Önsöz Gencligimde okudugum pek cok fantezi kitaplarindan esinlenerek 2004 yilinin yazinda yazdigim, gizem, heyecan, umut, yalnizlik, dostluk, acgozluluk, ask, hasret, ve merak dolu bir yolculuk hikayesi. Bu kitap, basim icin degil, yalnizca kendimi ifade etmek icin yazilmistir. O sebeple kitabin iyi yada kotu herhangi bir degerlendirmeye tabi tutulmasi yanlis olur. Tek amacim, kitabin beni ifade etmesidir ve temelli olarak, beni tanimak icin okunmasidir. Bu yuzden de tum kitap hala daha ilk gunku, ilk yazildigi halindedir ve simdiye kadar yalnizca yakin cevreme bireysel olarak dagitilmistir. Eger bu kitabi okuduysaniz, okuyorsaniz, ya da okumaya karar verdiyseniz, umarim satirlarimda kendinizden bir parca bulabilmissinizdir ve Levent Karaca'nin 15 yasindaki sesine kulak verdiginiz icin size tesekkur ederim.
“Her yolculuk, kendi içinde son bulur.”
Hiçbir şekilde fikri olmadan, çok büyük bir ihtimalle de istem dışı olarak nefretimi bir hayranlığa dönüştüren kişiye...
Kara Safak
By Levent Karaca
Copyright 2011 Levent Karaca Smashwords Edition
Smashwords Edition, License Notes
This ebook is licensed for your personal enjoyment only. This ebook may not be re-sold or given away to other people. If you would like to share this book with another person, please purchase an additional copy for each recipient. If you’re reading this book and did not purchase it, or it was not purchased for your use only, then please return to Smashwords.com and purchase your own copy. Thank you for respecting the hard work of this author.
Table of Contents
Giriş Bölüm I: Uyanış Bölüm II: Yolculuk Bölüm III: Çatışma Bölüm IV: Vassili Bölüm V: Vassili Ormanı Bölüm VI: Yalnızlık Tarlası Bölüm VII: Vassili’ye Dönüş Bölüm VIII: Palsen ve Kuzey Dağları Bölüm IX: Yuitz Bölüm X: Kızıl Troll Bölüm XI: Léon ve Minarious Dağı Bölüm XII: Ghoelien Bölüm XIII: Ectsha Dağı
Giriş
Koşuyorum; karanlık bir gecede uzun, ince gövdeli ağaçların arasından olabildiğince hızlı bir şekilde ilerliyorum. Arkamda nelerin olduğundan habersizim, en azından şimdilik. Arkadam dönüp geriye bakmak ise imkansız gibi geliyor. Döndüğümde kactığım şeyin beni yakalamasından korkuyorum, hatta korkmuyor, bunu biliyorum; hiddetlenen, hızlanan bir arzuyu içimde hissedebiliyorum. Ay ışığı yolumu aydınlatan tek ışık kaynağı; aydınlatamadığı yerleri aklımda hızlıca tahmin edip yoluma devam etmeye calısıyorum. Arada sırada -ne kadar sıklıkta olduğundan emin değilim- benimle birlikte koşan birilerini görür gibi oluyorum. Her iki tarafıma da hızlıca kafamı çevirdiğimde gözüme hiçbir şey ilişmiyor, fakat ileriye baktığım esnada gözlerimin ucuyla her iki tarafımda da solgun, şeffaf suretler şeçiyorum. Her ne kadar bir yandan kafamı kurcalasa da yoluma devam etmek en mantıklısı gibi geliyor. Arada sırada zamanı bir anlığına durdurabiliyormuşum gibi geliyor. Saniyeler dakikalar, dakikalar ise saatler olabiliyor. Kritik bir kararı doğru verebilmem için zaman bana ayrıcalık tanıyor. Peşimdekileri düşünmeden, ileriyi düşünmeden, sadece bulunduğum ana konsantre olabiliyorum ve olduğum zaman da onu istediğim gibi kullanabiliyorum. Fakat onu kullandığım zaman icerisinde kararları ben vermiyorum; zamanı durdurmak benim elimde, fakat durdurduktan sonra olacaklar oluyor, ve her ne kadar bunlar cogunlukla benim isteyeceğim sekilde gelişse de bunları ben yapmıyorum. Kimin yaptığından da tam olarak emin değilim, sanki bilinçaltı kontrolü devralıyor, tıpkı bir rüyadaki gibi. Bunları düşünürken izlediğim yol hafifçe dikleşmeye başlıyor, yavaş yavaş bir yokuş halini alıyor. İlerlemem güçleşiyor, arada kaymaya, yalpalamaya başlıyorum. Her ne kadar zorlansam da ilerlemek için güçlükle uğraşıyorum. Nereye kadar süreceğini bilemesem de, bu yolun bitmesini istiyorum. Anlayamadığım bir şekilde –sebebini bir türlü kestiremiyorum- içimde bir huzursuzluk, panik, umutsuzluk var; ve bunu sonlandırmayı herşeyden çok istiyorum. Adlandıramadığım bir hedef için herşeyimi vermeye hazırım, ve bunun için koşuyorum. Üstünde az biraz daha düşündükçe isteğimin en anlamlı tanımlaması geliyor akla; huzur. O anda hissedemediğim -belki daha önceleri bile hissedemediğim- bir huzuru tatmak istiyorum. Tam olarak nasıl olacağını bilemesem de, iyi, güzel, saf, eşşiz bir his olacağını düşünmek bile beni uğruna savaşmaya çağırıyor. Hayatımda hiç hissetmediğim bir arzuyla kendisini bana sunuyor; ve ben uğruna her şeyi -sahip olduklarımı, arkadaşlarımı, sevgili kardeş
ve ağabilerimi, anne ve babamı, ve hatta yaşamımı- vermeye hazırım. Biraz daha süre geçince yol iyice dikleşiyor, artık o kadar oluyor ki bu ana kadar ilerlerken bana yardımcı olan asamı sırtıma asmam gerekiyor, ellerimle önümdeki iri taşlara tutunmamı, kendimi yukarıya çekmemi gerektiriyor. Kafamı kaldırdığımda tepenin ucunun o kadar da uzak olmadığını görebiliyorum, artan bir moralle yoluma daha fazla dikkat etmeye çalışıyorum. Tırmanmak düşündüğümden zor geliyor. Kendimi büyü sanatına adadığımdan beri özen göstermediğim, ve bunun sonucu olarak da zayıflaşan bedenimi içinde bulunduğum zor koşullar çok çabuk bir şekilde yoruyor. Kardeşlerimle boğuşurken, kılıç antremanları yaptıklarında onlara yardım ederken normal bir insana göre güçlenen kaslarımın taşlı, dik tepede yorgunlukla yandığını hissedebiliyorum. Tüm acıya rağmen, adım adım yaklaşan tepeye gözlerimi ayırmadan bakıyorum. Yavaş yavaş yükseldikçe içimi bir heyecan, bir merak kaplıyor. Sonunda zirveye varıyorum ve başımı uzatarak güçlükle ileriye bakıyorum. Kara Şafak! Bir anda ne dediğimi bilmeden, düşünemeden ağzımdan fırlıyor. Daha sonra hatırlamaya çalışsam da ne dediğimi hatırlayamıyorum. Kapkara bir daire yavaşça engin teplerin ardından yükseliyor. Tıpkı bir gün doğumunda güneşin etrafa aydınlık saçması gibi büyük bir karanlık halinde - etrafı gölgeler içinde bırakarak- gök yüzünü kaplıyor...
Bölüm I: Uyanış
Heyecan ve korku içinde yattığım yataktan doğruldum. Kalbim küt küt atıyor, hafızam gördüğüm korkunç rüyayı kaydetmeye çalışıyordu. Nefes nefese etrafıma bakındım. Herşeyin sadece bir rüya olduğundan tamamiyle emin olana kadar bir süre yatakta oturdum. Biraz rahatlayarak yorgun bedenimi geri düşmesi için rahat bıraktım. Bir süre daha tavana bakarak başımdan geçtiğini gördüğüm rüyayı unutmaya çalıştım. Kafamı uzatarak camdan dışarıya bakmaya çalıştım, eskimiş perdenin arada rüzgarla aralanan kısımlarından gördüğüm kadarıyla güneş henüz doğmamıştı. Oturup mehtabı izlemek istesem de -kendimi rahatlatarak- uyumam gerektiğini düşündüm, ne de olsa sabahları erkenden yola çıkar, babamın anlaştığı balıkçılardan ve kasaplardan et ve balık toplardım. Anlayamadan, uyuyamayacağımı düşündüğüm bir anda uyku beni sardı ve serin gecede beni de sessizliğine kattı. *** Şafak sökerken, günün ilk ışıklarıyla uyandım. Yavaşça örtümü üzerimden attım ve yatağın yanında doğruldum. Yatağın birkaç metre yanında, sade, tahta bir sandalyenin üzerinde duran elbiselerime tam uzanıyordum ki aklıma başka bir fikir geldi. Neden onlar bana gelmesin? Yatağın yanında çırılcıplak ayakta dururken tüm konsantrasyonumu toplamaya çalıştım, birkaç saniye içerisinde kendimi bulunduğum ortamdan soyutlamayı başardım. Ne dışardan martı seslerini duyuyordum, ne de ayaklarımın altındaki eski tahta zemini hissedediyordum; benim için sadece sandalyenin üzerinde duran, tüm dikkatimle odaklandığım gömlek vardı. Tüm dikkatimi topladıktan sonra gördüğüm görüntüyü bir resim gibi aklıma kaydetmeye çalıştım, ve kaybetmeden aklımda tutmaya çalışarak yavaşça gözlerimi kapadım. Görüntüyü bozmadan -hafızamdaki görüntüde- sol elimi önüme doğru uzattım ve gömleğin kendime doğru havalanışını seyrettim, hızlıca bir anda durduğu yerden elime fırladı. Tekrar gözlerimi açtığımda gömlek sol elimde duruyordu. Aynı şekilde sandalyenin üstünde duran pantalonu da sağ elime aldım. Neredeyse hiç yorulmadığımı anlayınca kendi kendime küçük bir tebessümle gülümsedim. Her geçen gün büyü sanatında biraz daha güçleniyordum. Sembolik ve sözel büyü dallarında -gerçek adları rün büyüsü ve edebi büyüdür (kimileri edebi büyüye ezber büyüsü demeyi tercih ediyordu)- olmasa da, telepatik büyü dalında geç de olsa keşfettiğim bir yeteneğim vardı. Rün ve edebi büyülerden farklı olarak, telepatik büyü sanatı tamamiyle özgür düşünce ve yaratıcılıktan güç
buluyordu. Bilinen en güçlü büyücüler göz önüne alındığında edebi büyü en güçlü, rün ikinci ve telepatik sonuncu sırada kabul ediliyordu. Telepatik büyü sanatında başlamak ve ilerlemek diğerlerinden kolaydı, fakat özel olan tarafı diğer sanatlardan farklı olarak hiçbir şekilde bir sınırı olmamasıydı; dayanıklılığınız kaldırdığı sürece yapabildiğiniz kadar güçlü büyüler, istenildiği kadar tekrarlanabilirdi, hiçbir malzemeye gerek duymadan. Rün ve edebi büyüler daha önce yapılmış büyülerin tekrarlarıydı, bu sebeple ne boyutlara ulaşabilecekleri önceden belliydi. Bu dallarda yapanın dayanıkılığı tek faktördü, büyü hiçbir zaman yapanın gücünden etkilenmezdi. Oysa ki telepatik güçte yapanın hayal edebildiği herşey, her boyutta yapılabilirdi, fakat bu sanatın dezavantajı ise büyü kullanıcılarını son derece yormasıydı. Rün ve edebiden farklı olarak her yapılan büyü sizin yaratıcılığınızla birlikte zihninizden çıktığı için çok güçlü bir büyü yapıldıktan sonra bir büyü daha yapacak enerjinizin kalmaması çok doğaldı, bu sebeple telepatik büyü kullanıcıları diğerleri tarafından alt bir sınıf gibi görülürdü. Edebi büyü daha çok savunma büyülerine dayanırdı, rün ise saldırıya yoğunluk veriyordu( anlatıldığı üzere telepatik hayal üzerineydi, bu yüzden ne kadar savunma ne kadar saldırı olacağı büyü kullanıcısına bağlıydı). Ayrıca rün büyülerini yapmak için yanınızda gerekli malzemeler olması gerekirdi, edebi büyüde ise yapılan bir büyü bir daha yapılabilmesi için tekrar çalışılması ve ezberlenmesi gerekirdi. Edebi büyü kullanıcıları, kalın büyü kitaplarını okur ve oralardaki büyüleri ezberlerdi, çünkü yapılan bir büyü hafızalarından yapıldığı anda uçardı ve tekrarı için yeniden ezberlenmeyi gerektirirdi; yine de en az yorucu büyüler olduğu gerekçesiyle en çok tercih edilen -özellikle yaşlı büyücüler arasında- büyü sanatıydı. Edebi büyüler karışık büyü sözlerinden oluşurken, rün büyüleri el yada kısa-asa eşliğinde havada çizilen sembollerden oluşurdu. Rün büyüleri yapanı zihinsel olarak pek yormasa da, yapanların fiziksel olarak elleri yorulurdu; yerinde ve etkili olmaları için ise rünlerin seri ve doğru çizilmeleri gerekirdi, yorulan bir büyücü tarafından yanlış yada yavaş olarak çizilen bir büyü, istenilenden farklı bir büyü olarak sonuçlanabilir ve beklenmedik etkiler doğurabilirdi. Şahsen, başkaları her ne düşünürse düşünsün, ben kullandığım telepatik büyü sanatından son derece memnundum. Özellikle de yaşadığım kasaba ve ortam göz önüne alındığında kendimi bu sanatta geliştirmem takdiri hak eden bir başarıydı. Bir restoran sahibinin üç oğlundan ortancaydım, şu an daha genç olmama rağmen -yirmili yaşlarımın başındaydım- tüm yaşamım boyu babama restoran konusunda yardımcı olmuştum, tıpkı ağabim, kardeşim ve kızkardeşim gibi.
Mutlu, memnun olduğum bir yaşam sürüyordum. Annemi genç yaşta kaybettikten sonra babam bize her konuda destek olmuştu, zor günde iyi günde hep yanımızdaydı. Babamdan restoran işletme, iyi balık ve et seçme konusunda bilgi edinmiştim, kendisi müşteri ve çalışanlarıyla ilişkilerini hep iyi tutar, hiçbir zaman kimseyi dolandırmaya yada yalan söylemeye kalkışmazdı. Belki çok kazanamasa da “Rhystrea Balıkçısı” artık Whardellone kentinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti, dedemin kurduğu restoran tüm yerli halk tarafından oldukça rağbet görüyordu, bunun en önemli sebebi ise ucuz fiyatı ve yılların eskitemediği o alışıldık havasıydı. Sayıları bir handaki kadar olmasa da restoranın üstünde bulunan misafir odaları, şehir merkezine yakınlığı ve bilinen bir yerde konaklamanın verdiği güven sayesinde zengin gezginler ve tanıdık dostlarla genelde dolu olurdu. Bir anda ne kadar uzun süredir ellerimde pantalon ve gömleğim, yatağımın yanında çırılçıplak durduğumun farkına vardım ve aceleyle giyindim. Odamın içindeki nadir eşyalardan biri olan büyük boy aynasında kendime bakıp gömleğimi düzelttim, daha sonra da cebimden çıkardığım bir lastik toka yordamı ile uzun, düz, esmer saçlarımı topladım. Son bir kez aynanın karşısında poz verdikten sonra aşağı -zemin- kata indim, sandalyeleri yerleştirmek ve masa örtülerini sermekle uğraşan babam indiğimi fark etmemiş olacak ki ona seslendiğimde hafif bir irkilmeyle bana doğru döndü. “Baba, bugün nereye uğramalıyım?” “Gidip siparis verdiğim etleri al, sanırım bugün fazladan balığa ihtiyacımız olmayacak.” “Daha sonra bir iş olacak mı?” “Neden sordun? Sanmam ama her an birşeyler çıkabilir.” “Bir iş çıkarsa Cassel’e -ağabim- söylersen benim yerime bakar, ben daha sonra Asper ile olacağım.” “Peki tamam, ama yine çok geç kalma!” diye uyardı babam. “Olur, kalmam” diye cevap verdim. Cevabım daha çok bastırılmış bir isyan isteği ile doluydu; istediğim gibi davranmak istiyordum, bu konuda da emir almak hiç mi hiç hoşuma gitmiyordu.
Restorandan -aynı zamanda evimiz- çıkıp kasabın yolunu tuttum, sabahın erken saatleri olmasına karşın balıkçılar yollarda kalabalık yaratıyorlardı. Bir an için babamın da eskiden bir balıkçı olduğu ve sabahları ağabim ve beni kayığıyla gezdirdiği zamanları hatırladım, o zamanlar çok küçük yaşta olmama rağmen o zamanları hep hatırlamışımdır. Bazı balıkçılar -babamın arkadaşları ve benim tanıdıklarım- geçerken selam vermeyi ihmal etmiyorlardı, geri kalanları ise -tıpkı benim yaptığım gibi- sessizce yollarına devam ediyorlardı. Biraz daha yürüdükten sonra kasabın dükkanına vardım ve arka kapıdan içeri girdim. Kasap beni görür görmez seslendi: “Hoşgeldin Ralph, babanın siparişi hemen orada.” dedi parmağıyla yanımı işaret ederek. “Bunlar mı?” “Evet, üzerinde isim olacak.” Uzanıp yerden kumaş bir paket içinde, paketi patlacakmış gibi duran etleri aldım, kollarımla sarılıp anca taşıyabildiğim pakedi bizim restoranın mutfağına kadar götürdüm, orada diğer etlerin yanına bırakıp şehrin biraz kuzeyinde yaşayan Asper’in yolunu tuttum. Asper otuzlu yaşlarının sonunda, büyü sanatlarıyla ve bir takım dövüş sanatlarıyla da ilgili, çok gezmiş, görmüş, kültürlü bir adamdı. Geçimini rün büyü malzemeleri, edebi büyü parşömenleri, çeşitli asa -hem kısa,hem uzun asalar-, özel büyücü cüppeleri ve birtakım hediyelik eşyalar satarak sağlıyordu. Sık müşterisi olmazdı, ama büyücüler genelde bol alışveriş yaparlardı. Onlar için malzemeler, parşömenler, cüppeler ve asalar büyük önem taşırdı. Asper tam olarak bir büyücü sayılmasa da, kendini savunma konusunda çok hünerliydi. Hatta o da bu sebeple kendini en fazla edebi büyü sanatında geliştirmişti. Silahlardan pek anlamamasına rağmen uzun asaları iyi kullanırdı, acemi bir savaşçıdan rahatlıkla sıyrılabilir, büyü yapacak zamanı kendine yaratabilirdi. Aslında Asper büyünün her üç dalında da bilgiliydi, bana telepatik büyü öğreten kişi oydu. Yeri geldiğinde edebi, kimi zaman rün, birkaç defa da telepatik büyü yaptığına bizzat şahit olmuştum. Pek çok büyü kitabına sahip olmasına rağmen, bunların büyük bir çoğunu yetenekleri yeterli olmadığı için kullanamıyordu; büyü kitaplarını parşömenlere kaydetmek, sonra da kopyalayıp satmak için topluyordu. Bana hocalığın yanısıra uzun yıllar yakın bir dost olmuştu.
Asper’in kulubesi de sıradan bir Whardellone evinin özelliklerini taşıyordu; koyu kahverengi Whardel ağacından yapılmış, çift katlı, küçük ama sağlam bir yapıydı. İçi ise raflar ve dolaplar ile doluydu. Arka taraftaki depo -rün büyü malzemelerini burda tutardı- mide bulandırıcı derecede kötü kokarken, kendi odası evin diğer bütün kısımlarıyla büyük bir tezat oluştururdu; daima ferah olurdu ve çok az eşya bulunurdu. Sıkıldığında odasına çıkar ve şiirler yazardı, başka yerlerden topladığı hikayeleri okur, kitap halinde kopyalardı. [B1b] İçeri girince oturduğu tezgahtan kalkıp hemen yanıma geldi, bana da bir sandalye getirerek içeri girdiğimde oturduğu yere geri döndü. “Nasılsın? Yolculuğun nasıl geçti?” diye sordum, aylar önce çıktığı batı yolculuğunu merak ederek. “İyiyim. Yolculuk ise her zamanki gibi, sıkıcı geçti. Enteresan büyülere yada hikayelere rastlayamadım, zaten ne bekleyebilirdim ki? Büyücüler kendi dertlerinde.” “Ne olmuş ki onlara?” “Yine festivalleri ile meşguller” diye somurttu Asper. Büyücüler her on yılda bir festival düzenlerlerdi, kendi aralarında bir tören gibi olur, üstler görevlerini altlara devrederdi. Bu esnada da çoğunluğu çalışmalarına ara verirdi. “Sen nasılsın?” “Ben mi? E, şey, aslında herşey çok güzel. Fakat dün akşam gördüğüm bir rüya beni etkiledi, sana gelmemin de asıl sebebi bu, tıpkı hep olduğu gibi sana danışmak ve fikrini almak.” “Peki ne çeşit bir rüyaydı?” Asper’in meraklandığını anlayınca ona rüyayı anlattım. “Gerçekten ilginçmiş, peki seni endişelendiren nedir?” “Tuhaf gözükse de, başıma birşeyler geleceğinden endişeleniyorum, ve kendimden çok aileme birşeyler olacağından.” “Ama seni endişelendirecek birşey yok ki, sadece kötü bir kabus görmüşsün. Sanırım daha önce de görmüşsündür, bunda korkulacak birşey yok ki, herkes arada bir kabuslar görür.”
Söylediği bu sözleri düşünmeye başladım. Evet, sadece bir rüyaydı. Fakat içimden bir ses daha fazlasının saklandığını haykırıyordu. Kimi yada neyi dinleyeceğimi bilemedim. Kısa sessizlikten esnasında, sol göğsümde ani bir acı hissettim. Sanki biri kızgın metalle beni damgalamış gibi bir his, gözümü kapayıp açana kadar geçti. Ne olduğunu merak edip gömleğimin iki düğmesini açtım. Gömleğin yakasından gördüğüm görüntü beni hayrete düşürdü. “Sanırım birşey daha var.” Diye yavaşça seslendim. Asper’in aklı karışmış olacak ki kaşları birleşerek kasıldı, suratı uzaklara bakan birinin görüntüsünü aldı. “Ne gibi birşey?” diye sordu. Yanına yaklaşıp gömleğimi çıkardım. Tam kalbimin üzerine gelecek şekilde sol göğsümün üzerindeki bir avuçiçi büyüklüğündeki siyah halkayı gösterdim. Güneş altında kalmaktan bronzlaşmış tenimle bile büyük bir tezat oluşturacak kadar karaydı. Halka bir parmak kalınlığındaydı, ten rengimin korunduğu iç kısmı bir göz yuvası genişliğindeydi. Çemberin dış tarafında sanki çember yanıyormuş gibi gösteren alev izleri vardı. Dokunmak ise kor kömürü ellemek gibiydi, hiçbir acı duymasam da halka yeni dövülmüş çelik gibi sıcaktı...
Bölüm II: Yolculuk
“Tanrım,” Asper bakışlarını bir an için aşağı indirip tekrar halkaya hayretle bakmaya başladı. Daha sonra bakışları tekrar yüzümde yoğunlaştı, belli ki düşüncelerimi yorumlamaya calışıyordu. “Nasıl oldu bir anda? Acıyor mu?” “Hayır, acımıyor. Fakat nasıl olduğundan emin değilim, rüyayı düşünüyordum ve bir anda bir saniyede orada belirdi. Ne yapabileceğimiz konusunda bir fikrin var mı?” “Malesef, böyle birşeyi ne gördüm ne de duydum.” “Lane olsun!” diye bağırdım, az evvel oturmakta olduğum sandalyeye bir tekme indirdikten sonra dükkanın içinde dolaşmaya, raf raf dizilmiş büyü kitaplarını incelemeye başladım. “Önce o kabus, şimdi de bu! Lanet olsun! Ne yap...” Bir rafta tek başına, apayrı duran bir kitap susmama ve irkilmeme sebep oldu. Diğer kitaplardan farklı olarak bu kitabın cildi siyahtı. Yan tarafına gümüş rünlerle bir sembol çizilmişti, yanan bir çemberin sembolü. Kitabı tanımlayan ne başka bir sembol, ne de bir yazı vardı. Bir anlık tereddütten sonra kitabı bulunduğu raftan çektim ve Asper’e suçlarcasına bir bakış attıktan sonra kitabı ona göstererek bağırdım “Peki buna ne demeli!” “Hayır, dur!” diye seslenirken bir anda sandalyesinden fırladı, bana ve elimde tuttuğum kitaba bir an önce ulaşmak için hızla yanıma geldi. Ondan erken davranıp kitabı sol elimde arkamda tutarken sağ kolumla onu omzundan tutmaya çalıştım. Göz bebekleri büyümüş, endişe içinde üzerimde geziyordu. Gözleri benim gözlerimin içine bakarken kitlendi,yavaşça sakimleşti. Korku, çaresizlik dolu bir ifadeyle bana yavaşça birşeyler söyledi, eğer dudaklarını takip etmiyor olsam söylediklerini anlamak imkansızdı, bana “Yapma” diyordu. Hızlıca arkamı dönüp kitabı iki elime aldım. Asper’in kollarıyla beni arkamdan kavradığını hisseder hissetmez vücudumu bir sağa bir sola sallayıp onu geri tökezlettim. Arkama kısa bir bakış atıp onun uzaklaştığını anlayınca, dikkatimi tekrar kitap üzerinde topladım ve kapağını yavaşça araladım. Asper’in kollarını bir daha belimde hissettim, kitabı almak için debeleniyordu. Bu sefer hiç karşı koyamamama rağmen o da kitaba ulaşamadı. Kitabın içinden bir anda yükselen bir karanlık bulutu hızlıca beni ve çevremi sardı. Aniden her teraf siyaha boyandı, ve bacaklarımın boşalmasına karşı koyamayarak kendimi hiç
bitmiyormuş gibi gelen bir düşüşe bıraktım... *** Havadaydım. Kendimi göklerde buldum, mavi gökyüzü ve bembeyaz bulutlarla birlikte.Tam görüntünün tadını çıkarıyordum ki aşağı düşmeye başladığımı fark ettim, gittikçe hızlanarak yeryüzüne yaklaşıyordum. Bulutların arasından çıkarken bulutlara arkamı dönmek zorunda kaldım, böylece yüzüme yüzüme gelmiyorlardı. Fakat bulutlar tükendikten sonra da -hızımdan olsa gerek- tekrar yüzümü aşağıya dönedim. Bu yüzden, tam olarak nereye düştüğümü göremeden, gittikçe daha da hızlanarak, alçalıyordum. Uzaklaşan bulutlara ve gökyüzüne baktıkça yere ulaşmadan önceki son saniyelerimdeymişim gibi geldi; kafamın ucuyla yana baktığımda hemen altımdaki tahta evleri, ağaçları ve az uzaktaki gölü görebiliyordum. Şimdi çarptım, dedim içimden ve gözlerimi sımsıkı kapadım. Fakat çarpma hiç gerçekleşmedi. Yerden birkaç adam boyu yükseklikte havada süzülüyordum. Bir anda öne doğru abandım ve ayakta duruyormuşçasına doğruldum. Altımda havadan başka birşey olmamasına rağmen ayaklarımın altındaki yumuşak bir his beni havada tutmayı başarıyordu. Etrafı hemen tanıdım, Whardellone’un şehir merkezindeydim. Derken, bir anda -ben hareket etmediğim halde- ileri doğrultuda seyirmeye başladım. Birkaç saniye içinde hayatımda şahit olmadığım bir hızla ilerliyordum. Süratle ormanların, tepelerin, su birikintilerinin üzerinden yol alıyordum. Her ne kadar nereye doğru ilerlediğimi anlamaya çalışsam da yol altımdan o kadar hızlı kayıp gidiyordu ki anlamak imkansızdı, adeta bir yerde yok oluyor, hemen ilerisinde tekrar beliriyordum. Kimsenin benim farkıma varıp varamadığını merak ettim. Ben kimseyi göremiyordum, gerçi altımda birileri olsa da bu hızda belli olmuyordu, eğer birileri var ise de hemen yok oluyor olmalıydılar; ama acaba onlar beni havada hızlıca uçuşan bir suret olarak görebiliyorlar mıydı? Tam bunları düşündüğüm esnada daha bile hızlanarak düşüncelerimin uçuşmasına mani olamadım, daha sonra da yavaşlamaya başladım. Hafif hafif yavaşlıyordum, yolculuğun sonuna doğru gelindiği belli oluyordu. Etrafta daha önce hiç bulunmadığım kararına vardım, fakat efsanelerden ve anlatılanlardan derlediğim bilgiler göz önüne alındığında tropik, olabildiğince yüksek, ipince, ve seyrek kollu ama sık ağaçlardan buranın kayıp elf şehri Elanthalas olabileceğini anladım. Bir anda altımda koşan birini gördüm, tuhaf kıyafetler içinde bulunduğum yerden net olarak görülemiyordu- korkuyla koşuyordu, yorulma bilmeden. Biraz daha ilerde hızından hiç kaybetmeden bir tepeyi tırmanmayı başladı. Tepenin zirvesine vardığında benimle aynı yükseklikteydi. Bir an
önünden gelen ışıkla karanlık kalan sırtı gözlerimde kapkara bir gölge şeklini aldı, daha sonra bana doğru dönüp baktı. Tam bana baktığından emin olsam da yüzüne odaklanmaya çalıştım. Yavaşça etrafını kaplayan ışıkla yüzü aydınlandı. Gördüğüm görüntü karşısında her çeşit duygumu uyandırması üzerine bir yorgunluk, ve hiçbir şey hissettirmemesi üzerine de bir boşluk tüm benliğimi kapladı... *** Yavaşça gözlerim aralandı ve kendimi rahat bir yatakta yatarken buldum. Birkaç saniye içerisinde herşey netleşti ve nerde olduğumu anladım, kendi odamda, yatağımda yatıyordum. Pikenin altında değildim, her nasılsa yatağın içine girmemiştim, sadece üstüne yatmıştım. Yatak örtüsü ve pike neredeyse hiç kıpırdamamışım gibi sabitti. Üstümde hiçbir şey yoktu, çıplaktım. Biraz daha yatakta bekledikten sonra doğrulup ayağa kalktım. Tuhaf bir şekilde kendimi son derece zinde hissediyordum, her zamankinden güçlü. Pazularımı gevsetip kasınca kalınlaşmış gibi geldiler, aynı şekilde karın hatlarım daha belirginleşmişti. Fiziksel olarak dinçliğime ek olarak zihinsel olarak da kendimi rahatlamış ve dinlenmiş hissediyordum. Fakat tuhaf bir şekilde hiçbir şeyi tam olarak hatırlayamıyordum. Geçmişime tek ışık tutan bilinç altım ve rüyalarım, düşlerimdi. Bedenimi, bulunduğum yeri, zamanı, herşeyi tanıyabiliyordum, fakat bir şekilde bana uzak geliyorlardı, sanki küçük bir boşluk, bir eksiklik varmış gibi. Hatırladıkça, -tıpkı hatırladığım diğer herşeye olduğu gibi- üzerinde düşünmeye başladım. Oturup ne yapmam gerektiğine karar verdim, rüyalarıma bir cevap bulmalıydım. Bu konuda da -tıpkı Asper’in söylediği gibi- bana yardım edecek birilerini bulamazdım. Cevabımı aramalıydım, tek başıma. Komidini açıp içinden kısa siyah bir pantalon ve beyaz bir kolsuz üst alıp giydim. Komidinin yanındaki çantayı alıp içine diğer pantalonumu ve beyaz gömleğimi koydum, sakladığım tek değerli malvarlığım olan altın paralarımı da çantanın içine sakladım. Tarağımı, şaç bandımı, ve çakımı da çantanın içine attım. Komidinin en alt rafında tuttuğum kısa kılıcı da almak istedim; fakat bir kını yoktu ve öyle elimde taşıyamazdım. Çekmeceleri karıştırınca eski bir kemer ve bir bandana buldum, kemere bandanayı bağladım. Kemeri yandan giyerek kılıcı rahatça asabileceğim, kılıfsız bir kın gibi kullanabildim. Odayı terk
etmeden duvardan tüm kıtayı kaplayan büyük haritayı söküp bir kez daha baktım, daha sonra da bir rulo halinde katlayıp çantamın içine attım. Aşağı kata indiğimde aşağının -tuhaf bir şekilde- bomboş olduğunu fark ettim. Kimse yoktu, ne babam ne ahçı ne de garsonlar. Mutfağa geçip bir tomar Whar meyvesi kaptım. Yolculuk için en ideal yiyecek Whar meyvasıydı; hem çok dayanırdı, hem de doyururdu. Etrafı son bir kez kolaçan edip dışarı çıktım. Daha da ilginç bir biçimde dışarıda da kimse yoktu. Boş sokaklar beni şaşırtsa da dostum Asper’in yolunu tuttum. Oraya vardığımda ise onun da evinde bulunmadığını gördüm. İyiden iyiye olaylar tuhaflaşmaya başlamıştı, ya da belki yeni farkına varıyordum. Dükkanın arka tarafına geçip -burayı yalnız bana göstermişti- ihtiyacım olacak bir çift cüppe aldım. Sıralarca dizilmiş büyü kitaplarından almak ise malesef işime yaramazdı, zaten gereksiz bir yüktü. Etrafa bakınıp alacak başka şeyler aradım, fakat hiçbiri işime yaramazdı; hepsi ya rün yada edebi büyü ile ilgiliydiler. Tam odadan çıkacakken kapını yanına yaslanmış bir asa dikkatimi çekti. Uzanıp alma konusunda tereddüte düştüm -büyülü olabilirdi- fakat yararlı olacağı düşüncesiyle onu da yanıma aldım ve şehir kapısına doğru yürümeye başladım. Kuzey meyhanesine yaklaştıkça dışardan meyhaneyi incelemeye başladım, güneyde vakit kaybetmek istemeyen yolcular genelde kuzeyde takılırdı. Kuzeyde esnaf dışında birbirini tanıyan olmazdı, ziyaretçiler ile dolu olurdu, bir de ziyaretçiler için pazarı bulunurdu tabi. Alışverişini yapan, rahatlamak isteyen herkes için Kuzey Hanı bir meyhane görevi görürdü, çoğunlukla da kalabalık olurdu. Fakat gözüktüğü üzere burada da kimse yoktu, şehir bomboştu! Önünden geçerken birine rastlama umuduyla içeriye baktım. Tam başımı tekrar önüme çevirirken gözüme biri ilişti, beyaz cüppesinin kukuletasını indirmiş, sakalıyla karışmış ak saçları omzundan süzülüyordu. Geri bir adım atıp tekrar içeri baktım. Yoktu! Bir an için görmüş olduğum adam -en azından gördüğümü sandığım- yoktu. Hatta kimse yoktu, koca meyhane boş ve sessizdi. Kuzey kapısına yaklaştım –aslında tam olarak bir kapı sayılmazdı, tanımlamak açısından “ağaçların arasından açılmış bir patika” daha doğru olurdu- ve son bir kez arkama dönüp Whardellone’un keyfini çıkarmaya zorladım kendimi. Daha sonra da haritamı çıkarıp yolumu kontrol ettim, ve yola koyuldum.
Böylece pek de iyi bir manzaraya sahip olmayan kuzey kapısından şimdiye kadar bana huzurlu bir yuva olan Whardellone’u terk ettim. Kuzeye, ilk karşıma çıkacak olan şehre, Vassili’ye doğru ilerlemeye başladım. O anki hislerimi tanımlamak zordu, fakat aklımda dolanan bir çift cümle durumumu açıklamaya yetti: Benim yolum seçili, yolculuk kaderimdir...
Bölüm III: Çatışma
Ormanda yol almak hemen hemen hayal ettiğim gibiydi. Toprak zemin hafif engebeliydi. Ormanda çok sık ağaç bulunmuyordu, fakat ağaçlar seyrek olsalar da oldukça kalınlardı. Her ne kadar böyle yolculuklara hiç alışık olmasam da kolay ilerleyebiliyordum. Belki de fazla düşündüğümden dolayı, yolculukların çok yorucu olduklarını sanırdım. Oysa o anda halimden çok memnundum. Zaten yolum da çok uzak sayılmazdı. Sabah yola çıkan biri -akşam kamp yaptığı düşünülürse- ertesi gü öğlene doğru Vassili’ye varırdı. Yol aldıkça yavaş yavaş yorulmaya başladım. Öğlene doğru yolculuğun neden yorucu olabileceği konusunda biraz deneyim kazanmıştım. Kesintisiz yürümek zor gelince ara sıra mola vermeye başladım. Zaman daha da ilerledikçe sık sık mola verme ihtiyacı hissettim. Artık molalarım daha kısa sürüyor, fakat daha çabuk gerçekleşiyordu. Öğleden sonra gibi kendimi yorgun hissettiğim bir an mola vermek için uygun bir ağaç bulup dibine yerleştim. Çantamı yanıma aldım, asamı da ağaca dayadım. Biraz etrafı izledikten sonra aklıma Vassili’deki hatıralarım geldi. Orada babamla birlikte birkaç gün bulumuştum. Bulunduğumuz esnada şehri gezme fırsatım olmuş, oranın çoçuklarıyla tanışmış ve özellikle aralarından bir kızdan oldukça hoşlanmıştım. Kızın ismini hatırlamaya çalıştım ama bir türlü aklıma gelmiyordu. Bir oyun esnasında çıkan bir kavgada -kızın önünde- dayak yemiş, daha sonra da ağlayarak babama kaçmıştım. Daha sonra da son derece utanmış, bir daha o çocuklarla oynamamıştım. Fakat kız hep aklımda kalmıştı. Kız kaldığımız hanın yanındaki bir restoran sahibinin kızıydı, sürekli hanın önünde olur, kızıl uzun saçlarını rüzgarla dalganlırırcasına koştururdu. Hafif çilli, tatlı bir yüz ifadesi vardı; güldüğü zamanlar yanaklarında iki minik gamze belirir, onu daha da bir tatlı yapardı. Küçüklüğümü düşünürken kendimi öyle bir kaptırmıştım ki çalılıklardan gelen ani bir hışırtı oturduğum yerden bir karış sıçramama neden oldu. Ayağa kalkıp sesin tam olarak nerden geldiğini kestirmeye çalıştım. Bir hışırtı daha duyunca sağ tarafımdan geldiğini anladım. Çalılara yavaşça yaklaşmaya başladım. Kalbim çalılara yaklaştıkça seri bir tempoyla atmaya başladı. Heyecan ve korkunun tüm bedenimi sarmasını, adrenalin ile pompalanmasını hissedebiliyordum. Bir kol mesafesi kadar aralık kalınca duraksadım. Çalıların arkasındaki herşey olabilirdi. Ormanlar hakkında öyle hikayeler anlatılırdı ki böyle bir durumda -özellikle benim gibi acemi bir
yolcu için- korkmak çok doğal sayılırdı. Öyle yada böyle öğrenmem gerektiğini fark ettim; ben bulamasam bile çalıların ardındaki her ne ise beni bulacaktı. Derin bir nefes alarak çalıları sağ kolumla ayırdım. Ayırdığım esnada da gözlerimi kapamaktan kendimi alıkoyamadım. Gözkapaklarımın karanlığında, çalıların arkasından fırlayarak beni ölüme sürekleyecek bir yaratığın yayabileceği korkuyu hissettim. Gözlerimi açtığım anda ölüm beni bekliyormuş gibi hissediyordum, oysa kapalı tuttukça da korkum içten içe artıyordu. Bir yere varamayacağımı anlamam pek uzun sürmedi ve cesaretimi toplayarak gözlerimi yavaşça araladım. Yaratık yoktu. Beni ölüme sürükleyebilecek hiçbir şey yoktu. Sadece küçük, şirin bir tavşan vardı. Bıyıklarını oynatan sevimli tavşan beni görünce uzaklaştı. Bunun için miydi yani? diye sordum kendime. Topu topu küçük bir tavşandan bu kadar korkmuş olduğumu fark etmem, kendime biraz gücenmeme yol açtı. Yalnız bir tavşan beni nasıl da heyecanlandırmış, panik içinde bırakmıştı. En azından beklediğim gibi çıkmadığı için rahatlayarak, yoluma geri koyuldum. Biraz daha ilerleyip, akşam üstüne doğru kamp yapmak için uygun bir yer seçtim. Çantamı bırakıp etraftaki ağaçlardan yakmak için bir miktar odun topladım. Daha sonra bunları uygun şekilde dizip yakmayı başardım. Havanın soğumasıyla birlikte Asper’in dükkanından aldığım cüppelerden birini giydim. Çantamı bir yastık olarak kullanarak, ateşin yanına kıvrıldım. Alevlerin dansını seyrederek yavaşça, aklımda hala düşüncelerle yorgun bedenimi şefkatli uykunun kollarına bıraktım... *** Birkaç metre ilerdeki çalıların hışırdamasıyla uyandım. Bir an için ne olduğunu anlayamadım. Fakat derhal kendime gelip çalıları dikkatle izlemeye başladım. Aklıma daha önce tavernada anlatılırken duyduğum goblinler geldi. Gruplar halinde yaşadıkları, bulundukları bölgede de yabancılardan hiç hoşlanmadıkları söylenirdi. Hatta bazı yetenekli savaşçılar tarafından yolda karşılaştığı bir grup goblinle nasıl dövüştüğü hakkında hikayeler anlatılırdı. Bir saldırı gerçekleştiği takdirde savunmasız olduğumu fark ederek, belki sadece rüzgardan dolayı hışırdamış olsa bile yine de ne olduğunu incelemenin yaralı olacağını düşündüm.
Ayağa kalkıp, çantamı omuzladım, asayı da elime aldım. Bir daha hışırdaması takdirde duyabilmek için sessizce beklemeye başladım. Bir anda 3 tane -goblin olduklarını varsaydığım- yaratık çalıların içinden belirdi. Biri elinde ucuna doğru iyice kıvrılmış olan bir kılıç tutuyordu, diğer ikisinde ise çift taraflı balta vardı. Üçünün de kıyafetleri yırtık pırtık, eski kıyafetlerdi; muhtemelen yağmaladıkları insanlardan toplanmıştı. Kılıcı olan diğer ikisinden bir adım önde duruyor, liderleriymiş izlenimi veriyordu. Yaralarla kaplı, yeşil yüzünde kazanacağını bildiği bir savaşa girmenin rahatlığıyla yayılmış hiç de hoş gözükmeyen bir gülümseme vardı. Bir an için ne yapacağımı bilemedim, eğer savaşacak olsaydım beni öldürmeleri çok rahat olurdu. Çünkü hiçbir ciddi savaş deneyimim olmamıştı. Kaçmanın en mantıklı çözüm olduğunu düşündüm. Yaratıkların birbirlerine baktıkları bir anda görüntü üzerinde dikkatimi topladım. Gözlerimi kapayıp hepsinin yüzlerine bir kürek kum atıldığında alacakları durumu hayal ettim. Gözlerimi açtığımda üçü de birkaç adım gerilemiş gözlerini ovmakla meşguldü. Kendime artan bir inançla savaşmak istesem de, egoma sahip çıkmayı başardım ve arkamı dönüp koşmaya başladım. Tam olarak nereye doğru gittiğimden bir fikrim yoktu. Fakat içinde bulunduğum durum göz önüne alındığında nereye gittiğimin pek bir önemi de yoktu. Canımı kurtarmak için kaçıyordum, ve nereye olursa olsun kaçacaktım. Goblinlerin hırıltılarını, bağırışlarını arkamda duyabiliyordum. Yönümü değiştirmeye karar verdim; eğer insanlardan hızlı koşuyorlarsa düz ilerlediğim takdirde yakalanabilirdim. Anlaşılan gerçekten insanlardan hızlıydılar, bağırışları süratle yaklaşıyordu. Uygun kalınlıkta bir ağaç buldum, arkasına yapıştım ve beklemeye başladım. Aklımda bir goblinin yanımdan fırlaması sonucu gerçekleşebilecek olasılıkları hesaplarken artık zihnimin o kadar da dinç olmadığını fark ettim.Beni sadece azıcık yorsa da, büyünün minik etkisi kendini belli ediyordu. Kısa bir süre içinde baltalı bir goblin’in yanı başımdan hızla geçtiğini gördüm. Beni görmemiş olacak ki, tekrar ağaçlar arasında kayboluncaya kadar hiç durmadan yoluna devam etti. Hayatımda ilk defa bir çatışmanın içinde bulunmuştum. Ayrıca bu çatışmayı da sağ salim atlatabilmiştim, tek başıma. Rahatladım ve derin bir nefes aldım.
Fakat rahatlamam yarım kaldı, çünkü diğer baltalı goblin bir anda sağ tarafımda belirdi. Hafif çömelmiş bir pozisyonda –sırtı bana dönüktü- ileriye doğru bakmaya başladı. Başını yavaşça sağdan sola doğru çevirdi ve bu esnada gözüne takılan birşeyi kaçırmamak için dikkatle etrafı taradı. Daha sonra yavaşça doğruldu, baltasını yere indirdi ve kendince birşeyler mırıldanmaya başladı. Arkasını kolaçan ediyormuşçasına, başını sol omzuna parelel gelene kadar çevirdi ve sessizce beklemeye başladı. Arkasının da temiz olduğunu anlayınca başını kaldırıp dümdüz ileri bakmaya başladı. Baltasını yavaşça yerden kaldırarak kendine doğru çekti, bıçaklarını başıyla hizalayana kadar dikleştirdi ve hafifçe öne doğru eğdi. Konsantrasyonunu toplarcasına sessizliğe gömüldü ve bir anda arkasına dönecek şekilde sıçrayarak, ışık hızıyla baltayı boyun hizama doğru savurdu. Balta öyle bir hızla geldi ki başımı indirmeme rağmen neredeyse saçlarımı tıraş ediyordu. Olayın şokuyla -refleksif bir şekilde- gobline bir yumruk indirdim ve kendimi goblinden uzaklaştırdım. Bir an ne durumda olduğumu farkettim. Lanet olsun! Ne tecrübe, ne bilgi, ne yetenek; hiçbiri olmadan bir goblinle yakın savaşa girmiştim! Goblin ağaca derince saplanmış olan baltasını çıkarmak için atıldı. Yapılabilecek en iyi şeyin onu baltasından uzak tutmak olacağını fark ettim. Baltayı çektiği bir anda görüntüsü üzerinden erimiş demiri tutmuş halini hayal ettim. Goblin koca ellerini baltanın sapından çekmek zorunda kaldı, ellerini havada sallıyor, soğumaları için uğraşıyordu. Hazır dikkati dağılmış iken saldırmaya karar verdim. Elimdeki asaya bakıp, havada tuttuğum ucunun alev almasını sağladım. Alevli tarafını iyice havaya kaldırıp, goblinin kafasına var gücümle geçirdim. Goblin ne olduğunun farkına varamadı. Hiçbir şey yapmadan öylesine durmaya devam etti. Ben de bunu fırsat bilerek alevli tarafı yere yakın, diğer tarafı arkamda havada duran asada ellerimi aleve doğru yaklaştırıp tüm gücümle yukarı doğru çektim. Alevli taraf, goblinin çenesine sıkı bir boksörün aparkatı gibi geçirerek goblini sırt üstü devirdi. Goblin’e ne olduğundan tam olarak emin değildim ama bayılmış olması en mantıklı ihtimaldi. Bir insan bile yanan bir odun parçasıyla iki vuruşta zor öldürülürdü, kaldı ki bu yaratıklar daha dayanıklı olmalıydılar. Asama baktığımda alevlerin yavaşça dindiğini gördüm, neyse ki işim bitmişti. Fakat
artık ciddi şekilde yorgunluğum da kendini hissettiriyodu. Derken bir anda iki kalın kol belimden sarıldı. Asamı geriye doğru savursam da hiçbir şeye tutturamadım. Sağ dirseğimle vurmaya çalıştım fakat yetişemedim. Bunu yaparken biraz sağa doğru dönmüş olacağım ki sol dirseğim arkamdakinin tam suratına oturdu. Bir anlık boş bulunmasından yararlanıp ellerinden kurtuldum. Dönüp bakınca bana saldıranın kılıçlı goblin olduğunu anladım. Herhalde diğer goblinin hırıltıalrı üzerine buraya gelmiş, bana saldırmak için uygun anı bekliyordu. Sersemletmek için asamı üzerine doğru savurdum. Fakat bu goblin diğerinden daha yetenekli olmalıydı ki asamı tutmayı başardı ve kendine doğru çekti. Bir anda ellerimden kayan asaya mani olamadım, goblin asamı elimden aldı, arkasına fırlattı ve bana ikinci kez gülümsedi. Çaresizce yüzüne baktığım bir anda tek savunmamın büyüyle olacağını fark ettim. Her ne kadar yorgunluğumdan ötürü kendimi uzun bir süre savunamasam da, hazır aramızda mesafe varken bir üstünlük elde etmenin yaralı olacağını düşündüm. Görüntüsünü inceleyip gözlerimi kapadım; onu nefessiz bırakacak bir tekme düşündüm, en azından son büyüm etkili olmalıydı! Gözlerimi açmaya kalmadan bir tekme gerçekleşti, fakat benim üzerimde gerçekleşti. Benden hızlı davranan goblinin tam karnıma şiddetle indirdiği tekme tüm konsantrasyonumu dağıttı. Acıyla gözlerim sonuna kadar açıldı, arkaya devrildim, kendimi koruma çabasında dizlerimi kendime doğru çektim. Goblin bana yaklaştı, yüzündeki gülümseme daha da bir belirginleşmişti. Sağ elindeki kılıcın kabzasına sol elini de yerleşti ve iki eliyle birlikte tuttuğu kılıcı kaldırmaya başladı. Korku her tarafımı kapladı. Onu durduracak, karnına hızla bir tekme atacak cesareti kendimde bulamıyordum. Ayrıca büyü yapmak için de yorgunluğum hat safhadaydı, etkili olamasa dahi son büyü beni çok yormuştu. Ona karşı savaşmaktan korkuyordum! Kılıcı indirdiği anda vücudumu iki parçaya bölecek olduğunu düşündükçe korkum daha da arttı. Gözlerimi kıstım ve ellerimi çapraz yaparak, sanki kılıcı tutabilecekmişim gibi yüzüme siper ettim. Goblinin kılıcı yavaşlayarak yükseldikçe yükseldi. En üst noktaya ulaştığı esnada sanki duruyormuş gibiydi. Nasıl olduğundan haberim yoktu, fakat bu da zamanın durmuş gibi geldiği o nadir anlardan biriydi. Goblinin kılıcı havada,
öylece bekliyordu. Zaten uzun süredir hafızamda olan görüntüyü son bir kez daha doğrulayıp gözlerimi yumdum. Karşı koymak belki canımı kurtarabilirdi, ama bekleme gereği hissediyordum. Sürekli kendime, Şimdi kılıç inecek ve herşey bitecek, diyordum. Fakat içimde yükselen heyecanla birlikte, Madem olacaklar değişmeyecek, neden zaman yavaşlıyor? diye sorguladım. Değiştirmeye karar verdim, artık buna bir son verecektim, bunu değerlendirecektim. Kapalı gözlerimde uçmadan kalan goblinin görüntüsü, nefretimi ateşledi. Mahluk! Korkuyla kuduran bir nefret tüm bedenimi kaplamıştı, vücudum adeta alev alev yanıyordu. Önümdeki goblini parçalamak, deşip binlerce parçaya ayırmak için can atıyordu. Dişlerim birbirine sıkıca kitlendi, körüklenmiş bir nefretle çıkardığım hırıltılar kulaklarımda yankılanıyordu. Artık sınırlarını aşmış hırsımla içimdeki nefrete daha fazla engel olamadım. Yorgunluğumu çoktan unutmuştum; ne kadar yorgun olduğum hiç de umurumda değildi, bu yaratığın işini bitirecektim! Bittin sen!, diye kendimi doğruladım. Sımsıkı yumulmuş gözlerimde goblinin havalanışı izledim. Adeta ayakları dibinde patlayan bir bombayla birlikte havaya uçarcasına yerden geriye doğru metrelerce yükseldi, havada yüksek bir bombe çizerek sırt üstü yere gömüldü. Gözlerim açıldı. Goblin önümde değildi, çoktan havalanmıştı. Yükseldi, yükseldi, ve en üst noktaya ulaştı. İçimdeki nefreti, şevk ve ihtişam kapladı. Yüzüme kendini beğenmiş bir ifadeyle sinsi bir gülümseme yayıldı, tıpkı yaratık gibi. Yaratık inişe geçer geçmez yorgunlukla gözlerim kısıldı, -direnmeme rağmen- gözlerimin kapanmasına mani olamadım. Yorgunluk, yerini dinlendirici bir uykuya bırakarak, yavaşça bedenimi terk etti... *** Uyandığımda hala daha aynı yerde yatıyordum, goblinle dövüştüğüm yerde. Ayağa kalkarak etrafı kolaçan ettim. Sakindi, kimse uğramamış gibiydi. Güneş hala daha yükseliyordu. Bir an dövüşün hangi ara yaşandığına dair şüpheye kapıldım. Gözlerim kapanmadan önce de sanki aynı yerdeymiş gibi geldi. Gerçekten bir dövüş olup olmadığı fikri aklımı karıştırıyordu. Kendimi tuhaf hissetmeye başladım. Yine de iki goblinle başa çıktığım için kendimle gurur duyuyordum. Çantamı tekrar omuzlayıp, asamı aramaya başladım. Biraz dolandıktan sonra asamı buldum. İlk aklıma gelen şey, Kızıl Gürz oldu; asaya hakladığım goblinler için çentik atmak istedim, tıpkı Marcus gibi.
Ünü kıtanın dört bir yanına yayılmış eski gladyatör, ulu Marcus’un çentiklerle dolu muhteşem gürzü tüm çocukların hayallerini süslerdi. Söylendiğine göre, efsanevi cüce demirci Thor’un büyük zorluklarla topladığı, dünyanın en değerli madenlerinden yapılmıştı. Kor madenlerdeki gibi bir kızıl rengi olduğu söylenirdi. Hatta kimisi bu kızıllığa sebep olarak gürzün tanrılar tarafından, öldürdüğü adamların kanını emmesini sağlayacak şekilde büyülendiğine dair hikayeler anlatırdı. Hiç kimse kaç tane çentik olduğunu sayamazdı, üzerinde sonsuz çentik olduğu söylenirdi. Asamı elime aldım, ve aşağıda tuttuğum ucunda birbirine paralel iki tane çizgi fark ettim. Biri benim için iki çentik atmıştı. Başımı kaldırıp etrafı kolaçan ettim, bunun karşısında ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Korkmalı mıydım, yoksa teşekkür mü etmeliydim? Yakındaki kırık ağaç dalları dikaktimi çekti. Yaklaşınca, goblinin yere çakıldığı esnada bu dalları kırmış olabileceğini fark ettim. Düşüşünü hatırlayınca gerçekten de goblinin şu anki görüntüsünü merak edip etmediğimi düşündüm. Fakat hoşlanmasam da halini görmeliydim, nasıl sonuçlandığını öğrenmeliydim. Yüzümde ekşi bir şey tatmış gibi bir ifadeyle, gözlerim hafif kısık bir halde başımı dalların arasından uzattım. Gördüklerim şüphelerimi arttırdı. Ortada goblin falan yoktu. Hiçbir şey yoktu. Etrafta birinin düşerken kırdığı dallar, yerde de küçük bir göçük vardı, fakat ortada bir ceset yada benzeri birey bulumuyordu. Yaşadıklarım her an daha da garipleşiyordu. Artık bunun o kadar da eğlenceli olmadığını fark ettim. Umurumda değildi, bu oyunu oynamak istemiyordum. Fakat buna bir cevap bulacaktım, evet, hem de çok iyi bir cevap bulacaktım. Cevabı bulana kadar da gidecektim, yolculuk bunun içindi. Geçerli bir cevap için. Çantamdan pusulayı çıkarıp yönümü kontrol ettim. Aklımda çatışma ve başıma gelenlerle birlikte, bir başka çatışmayla daha karşılaşmayacağımı umarak tekrar yoluma koyuldum...
Bölüm IV: Vassili
Günbatımına doğru şehrin doğal sınırlarına vardım. Şehrin güney patikalasından şehre girdim. Şehrin merkezine ilerledikçe binalar da sıklaşmaya başladı. İnsanlar renkli sokaklarda dolaşıyorlardı. Bu şehirde en azından bir tutam insana rastlamak içimi rahatlatmıştı. Daha ilerledikçe şehir merkezinin aslında daha farklı olduğunu anladım. Merkez kalabalıktı; nesil nesil geniş bir popülasyon, sık, geniş binalar arasındaki dar sokakları dolduruyordu. Şehrin yabancısı sayılırdım, -daha önce de bahsettiğim gibi- daha evvel şehirde yalnız bir defa bulunmuştum. O zaman da pek küçüktüm, oyun anılarımdan başka aklıma kazınan pek bir şey yoktu. Zaten sokaklar değişmiş olmalıydılar. Whardellone’da bile arada sırada uğrayan gezginler yabancılık çekebiliyordu. Artık şehirler pek hızlı gelişiyorlardı. İnsanlar daha önceleri hakkında anlatılanlardan farklıydılar. Şehirlerin de eskisinden farklı oldukları söyleniyordu. En azından bize anlatılan buydu. Arada sırada anlatılanlar hakkında şüpheye düşsem de başka dayanabileceğim bir kaynak yoktu. Sokağın birinde oyun oynayan bir grup çocuk beni tekrar eski anılarıma taşıdı. Fakat bu sefer anılarım üzerinde fazla vakit kaybetmek istemedim. Anılar bizim büyük bir parçamızdı, onlardan ders çıkarmak da bir sağ kalma güdüsüydü. Fakat üzerinde fazla vakit kaybettikçe kendi kısır döngülerimizin içinde kayboluyorduk. Bazen koca yıllar bir anlam ifade etmiyor, bazen ise küçük bir an için ömür feda edilebiliyordu. Sanırım bir anının değeri üzerinde düşünülmesiyle alakalıydı; zor olan o eşiği aşmadan bir fikre hayal katmaktı, çünkü aştıktan sonra tüm büyüsü uçup gidiyordu. Düşüncelerimiz hakkında da sürekli düşündükçe, düşüncelerimizi düşünmenin büyüsünün uçup gitme olasılığı beni düşüncelerimden kopardı. Sokağı geçmek üzereyken çocuğa dönüp gülümsedim, fakat çocuk oyuna kendini o kadar kaptırmıştı ki beni görmedi bile. Herhalde pek umursamıyordu, ya da hiç fakında değildi, tıpkı benim de eskiden olduğum gibi. Sokaklarda biraz daha dolaştıkça şehrin salaş bölümlerinin başladığını yollardaki insanlardan ve etraftaki dükkanlardan anlayabildim. Böyle bir şehirde merkezi bir handa kalmak pahalıya patlardı. Benimse yanımda zar zor biriktirilmiş az bir miktar para vardı. Salaş bölümleri tercih etmeliydim, ayrıca az bir miktar dahi para kazansam yararı olurdu. Şimdilik olabildiğince az harcayacaktım, fakat her ne kadar az harcarsam harcayayım eninde sonunda param bitecekti. Bu sebeple yarın biraz para yapmak için iş aramalıydım. Bu konuda da kaldığım hanın sahibine danışmak yararlı olurdu.
Ucuz, fakat yine de iyi görünen bir hana rastlayana kadar salaş sokaklarda dolaşmaya devam ettim. Rastlayınca da bir an önce bir yatak bulma umuduyla hemen içeri daldım. Pek de büyük sayılmayan girişte iki tahta sandalye bir de bank bulunuyordu. Yanlarında da küçük bir sehpa duruyordu. Tüm bunların ardında, bir yukarı çıkan bir de aşağı inen iki merdivenin yanında geniş, yüksek bir resepsiyon tezgahı vardı. Tezgahın ardında ince, uzun boylu, kumral, ergenlik çağında bir çocuk bulunuyordu. Resepsiyona yaklaştığımı görünce kendine bir çeki düzen verdi. “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye seslendi. Çocuğa yaklaştım ve isteğimi belirttim. “Kalacak bir yere ihtiyacım var. Boş oda var mı?” “Evet yerimiz var, ne kadar kalacaksınız?” “Yalnızca bu akşam kalacağım, bedeli ne kadar ?” Çocuk iyi bildiği bir şeyi cevaplamanın verdiği zevkle hafifçe gülümsedi, başparmağını kaldırarak, kendinden emin bir şekilde “Bir gün için bir gümüş sakke” dedi. Bedenim bir an önce uyumak istese de, aklım bu ücretin fazla olduğunu söylüyordu. Fakat yine de yarın bir şekilde para kazanmak için arayacağıma göre, şimdilik daha fazla uğraşmadan yerleşmek istedim. “Biraz pahalı değil mi?” diye sorduğumda yüzündeki gülümseme silindi. Fiyat düşmese de orada kalacaktım, sadece şansımı denemek istedim. Başını iki yana sallayarak “Pazarlık yapmıyoruz, gecesi bir gümüş” dedi. 10 adet bronz sakke uzatıp, “Böyle kabul ediyor musunuz?” diye sordum. Beni dikkatlice süzdü, dolandırılmadığından emin olana kadar aklından işlem yaparcasına dalgın gözlerle sakkelere baktı. Adil olduğuna karar verince de paraları aldı, arkasındaki tahta levhada asılı duran anahtarlardan bir tanesini çekti ve bana doğru uzattı, ben anahtarları alırken yukarıya işaret ederek, “Dokuz numaralı oda” dedi. Anahtar avucumda merdivenlere yöneldim ve yavaşça basamakları tırmandım.
Üst kat ince bir koridordan oluşuyordu. Karşılıklı dört sıra oda vardı. Fakat dördüncü sırada yalnız bir tane oda bulunuyordu; odanın karşısında ince bir çatlakla boydan boya çizilmiş yalın bir duvar vardı. Numaralar sol taraftan başlıyordu, ilk numara da altıydı. Altı numaralı odanın çaprazında ise benim odam vardı. Fakat odamın kapısında asılı durması gereken numaranın üst çivisi çıkmış, böylelikle sayı ters dönerek altı sayısının biçimini almıştı. Odaya girince ilk fark ettiğim şey odanın ne kadar havasız olduğuydu. Odadaki tek pencereyi yükselterek açtım ve kıskaçlarına taktım. İçeriye dolan temiz, ferah hava ve gün ışığı odayı daha rahat incelememe yardımcı oldu. Oda küçük ve sıkışık sayılırdı. Odanın ucunda bir yatak, yatağın hemen dibinde bir başucu sehpası, odanın diğer tarafında da bir sandalye ile masa bulunuyordu. Oda uzun vakit geçirmeye uygun değildi. Daha çok uyuyup çıkmak için tasarlanmıştı. Bu noktada da benim beklentilerimle örtüşüyordu. Camdan güneşin batışını izledim, daha sonra da soyunup üstümdekileri sandalyeye astım. Çok da uykum olmasa da yatağın içine girdim ve uyumaya çalıştım. Yorgun bedenim uzun süre direnemedi ve uyumayı başardım. *** Pencereden içeri süzülen güneş ışıklarıyla uyandım. Dünden kalan elbiselerimi katlayıp çantama yerleştirdim. Asper’in deposundan aldığım cüpplereden birini giydim ve aşağı kata indim. Resepsiyona ilerlerken, girişteki sandalyelerde oturmuş iki adam dikkatimi çekti. Bir tanesi tam bir okçu kılığındaydı: baştan aşağıya deri zırh giymişti, belinde kısa bir kılıç taşıyordu, yanında ise -büyük ihtimalle otururken sırtından indirmiş olduğu- uzun bir yay ve taşıma yelesi içinde bol miktarda ok duruyordu. Kısacık kesilmiş kara saçları, soluk teniyle tezat oluşturuyordu. İri gözleri diğer adamın sandalyesinin ucunu yoklamasına rağmen, dalgın bakışlarından aklının başka yerlerde olduğu belliydi. Diğer adam okçunun neredeyse iki katıydı; epey uzun boyluydu, bir o kadar da kalındı. Bu adamda tam bir savaşçı havası vardı. Giydiği halka zırhın altından bile kalın, kaslı kolları belli oluyordu. Uzun esmer saçları yüzünün iki tarafından dökülüyordu. Okçunun aksine bu adamın bronzlazmış bir teni vardı. Ayrıca bu adam ne bir yay, ne de oklar taşıyordu. Belindeki kını -oturuken rahat etmek için- hafifçe kaydırmıştı; böylece uzun kılıcı kucağında oturuyordu. Yanında dikdörtgen şeklinde bir kalkan duruyordu. Çelikten -yada benzeri bir madenden-
dövülmüş kalkan, pek çok kişinin -bırakın kendilerini savunmak için kullanmayı- taşıyamayacağı kadar ağır gözüküyordu. Savaşçının yüzünde beklemekten sıkılmış bir ifade vardı. Ben resepsiyona ulaşıncaya kadar, sessizce beni süzmeye devam etti. Resepsiyona vardığımda çocuğun orda olmadığını fark ettim. Onun yerine uzun bıyıklarıyla, göbekli, orta yaşlarında bir adam vardı. Adamın yüzü çocuğun yüzünü andırıyordu. Büyük ihtimalle çocuk adamın bir akrabasıydı ve arada sırada işleri ona emanet ediyordu. Adam yaklaştığımı görünce -tıpkı çocuğun yaptığı gibi- gülümsedi ve “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. “Anahtarlarımı iyade edecektim” dedim ve anahtarları adama uzattım. Adam seri bir hareketle anahtarları kaptı ve yüzündeki gülümseme iyice yayıldı. Ödeme yapmamı bekliyor olabileceğini düşündüm ve “Ödemeyi dün yapmıştım” diye ekledim. Adam sanki biraz bozuldu fakat gülümsemeye devam etti. Kimbilir içinden neler söylüyordu bana. Para bulmam gerektiğini hatırlayarak hazır buradayken adama danışmak istedim. “Iıı, şey, acaba buralarda günlük yada saatlik çalışabileceğim bir iş biliyor musunuz?” Adam aklı karışmış bir ifadeyle bana baktı. Daha sonra gözlerini yerde ve tavanda gezdirerek düşündü ve “Üzgünüm evlat, bu sıralar işçi arayan biri gelmedi. Ama eğer olur da biri sorarsa sana haber veririm, daha burada mısın?” diye cevapladı. “Malesef ayrılıyorum, yine de teşekkürler” dedim ve kapıya yöneldim. Daha birkaç adım atmamıştım ki birinin arkamdan seslenişini duydum: “Hey sen, bir miktar para kazanmak ister misin?” Arkamı dönünce bana seslenenin az evvel sandalyede oturmakta olan savaşçı olduğunu fark ettim. Ayağa kalkmış, bana doğru yaklaşıyordu. “Sanırım iş arıyorsun, öyle değil mi?” diye sordu. “A Evet, tabi” diye cevapladım. Savaşçı artık bana iyice yaklaşmıştı, boyu benden uzun olduğu için yüzüne bakarken başımı hafif yukarı kaldırmak
zorunda kalıyordum. “Paralı askerlikle ilgilenir misin?” dedi, kılıcını göstererek. Bir an içimi bir heyecan kapladı. Paralı Askerlik! Kulağa ne kadar da muhteşem geliyordu. Fakat ben bir savaşçı değildim, ayrıca dövüş konusunda yetenekli de sayılmazdım. -evet iki tane goblinle baş etmiştim fakat tüm gücümü harcamıştıYine de kendimi parlak zırhlar içinde hayal etmekten alıkoyamadım; ne kadar da kudretli gözüküyordum, uzun parlak kılıcımla önüme çıkan yaratıkları büyük bir ustalıkla eliyordum, yüzümde bir tebessüm, bu işin “bebek işi” olduğunu söylüyordu. Bu teklif hakkında biraz bilgi almak yararlı olurdu, belki -keşke!benim gibi birini dahi arıyor olabilirlerdi. “Ne gibi bir paralı askerlik bu?” diye bilmek istedim. “Marangozlar sabah ağaç keserken bir grup orc tarafından saldırıya uğramışlar, aralarından biri ağır yaralanmış. Vali, her orc kafası için on altın sikke vereceğini söyledi. Parayı paylaşacağız, katılırsan dörtte biri senin olur.” Bir an duraksadı, sonra gülümseyerek ekledi. “A, hayatta kalırsan tabi...” Son söylediği şeye gülmek delilikti, fakat zoraki bir şekilde, adamı mahçup bırakmamak için güldüm. “Hayatta kalırsan” Adamın sözleri tüylerimi ürtpertti. Bir noktada haklıydı, bu iş iyi savaşçıların hakkıydı; benim gibiler yalnız yaşamlarını harcamış olurdu, tabi başkalarına bıraktıkları pay da cabası. Gruba katılma isteğim bir anda söndü. Sözler içimdeki hevesi sildi süpürdü, geride ise korku ve tereddüt bıraktı. Evet, paraya ihtiyacım vardı, bu yolla da çok kısa sürede bol miktar para yapabilirdim; fakat bu uğurda ölmeye değer miydi? Bu soru aklımda büyüdükçe büyüdü, ta ki riski göze alıp katılmaya karar verene kadar. “Anlaştık,” dedim gülümseyerek. Adama elimi uzattım, karşılık verdi ve anlaşmamızı belirten şekilde el sıkıştık. Adamın, elindeki tüm kemikleri kıracak kadar sert bir sıkışı vardı. “Geriye kalan çeyrek paylar kimin?” diye sordum merakla. “Bu arkadaş Rick, kendisi bize okuyla destek verecek.” Kısa saçlı okçuyu gösterdi. Okçu selam verme amacıyla sağ kolunu kaldırdı. “Ve bu arkadaş ta...” Merdivenlerden tangur tungur aşağı inen, alnında boncuk boncuk terlerle hızlıca yaklaşan bir adamı gösterdi “Ramiz” Ramiz yaşça genç duruyordu, ellerinde uzun bir mızrak taşıyordu. Onun da deri
zırhı vardı. Fakat Ramiz, okçunun aksine deri zırhı tamamiyle dolduruyordu. Yüzünden de şişman olduğu belli olan genç adam, kalın bedenini zırhın altında da saklayamıyordu. Ayrıca zırhın adamı sıktığı da yüzünün ifadesinden belliydi; sucuk gibi terlemişti, ve sürekli zırhın orasıyla burasıyla oynuyor, kendince gevşetmeye çalışıyordu. “Ve benim adım da Cassel. Seninki nedir?” diye sordu, kaşlarını merakla havaya kaldırırken. “Ralph, Ralph Rystrea.” “Memnun oldum Ralph. Bize hangi silahla eşlik etmeyi planlıyorsun?” Yüzüme yayılan tebessüm karşısında Cassel iyice meraklandı. “Asam” dedim sol elimdeki asayı göstererek, sonra da soğukkanlılıkla ekledim “Ve tabi büyümle...” Büyü sözcüğünü duyunca Cassel’in kaşları daha da yükseldi. Beni sanki hiç konuşmamışız gibi süzmeye başladı. Baştan aşağı birkaç defa gözlerini gezdirdikten sonra gizleyemediği bir memnuniyetle konuştu “İyi, iyi. Buralarda büyücülere pek rastlanmaz da...” Görünüşe bakılırsa Cassel de büyücülere hayretle bakanalardandı. Çoğu kişi tarafından büyücülük saygı ve korku duyulan bir sanat olarak görülüyordu. Özellikle büyücülerin yanında arka plana düşen savaşçılar, kıskançlıklarıyla birlikte büyüyen bir öfkeyle, büyüyü küçümser, büyücüleri hor görürlerdi. Halbuki büyüyü hor görenlerin büyük bir kısmı içten içe büyüden son derece korkardı. Fakat bu davranışlarıyla sanki büyüden hiç korkmuyorlarmış gibi gözükmeye çalışır; bir anlamda da böylece ezilmiş yanlarını, komplekslerini kendi çaplarında- tatmin ederlerdi. Benim açımdan bakıldığında kimseyi kendime hayran hayran bakarken bulmak istemezdim. Evet, belki biraz isterdim fakat yine de kendilerine hayranlık duymaları için uğraşan, şov olsun diye büyüsünü kullanan büyücülerden olmayı asla istemedim. Kendimden yüksek büyü kullanıcılarını hep saydım; hiçbir zaman da onlara kıskançlıkla yaklaşmadım. Başkaları için yaşayanlara -ister kıskanç savaşçılar olsun, ister kompleksli büyücüler- hiçbir zaman saygı duymadım; zaten öylelerine saygı duymak, bir sefilin bir başka sefili kollaması olurdu. Onlar büyüyü hiçbir zaman bir sanat olarak görmeyen, büyüyü anlayamayan insanlardı. Asıl saygı duyulacak kişiler, büyüye saygı duyan,
anlasa da anlamasa da değerini bilen ve kıskanmayan, kendi amaçları için sömürmeyen insanlardı. Cassel de gözüktüğü üzre, büyüyü kıskanmaktan çok, ona saygı duyanlar arasındaydı; ve bu davranışıyla o da saygı görmeyi hak ediyordu. “Peki ne zaman yola çıkacağız?” diye bilmek istedim. “A Bir an önce çıkmalıyız.” Ne kadar vakit harcadığının farkına vararak, aceleyle son kontrollerini yaptı. Daha sonra da sinirlenerek seslendi “Ramiz! Hazır mısın?” “Immhss” Ramiz zırhını çekiştiriyordu. Pek bir fayda etmediğini anlayınca durdu. “Evet, evet, hazırım...” “Tamam o zaman, beni takip edin!” diye emir verdi Cassel. Hanı büyük bir hızla terk ederken diğer iki savaşçı da hemen ardından fırladılar. Ben de geride kalmamak için seri adımlarla uzaklaşan üçlüyü takip etmeye başladım. Şehrin batı kısmında bulunmamıza rağmen, şehrin sınırlarında bulunan, refah seviyesi olarak daha geri kalmış kısımlarına uzak sayılırdık. Bu yüzden aradığımız ahıra ulaşmamız biraz zaman aldı. Neyse ki sonunda vardık ve Cassel daha önceden hazırlanmalarını emrettiği üç atı bağlı oldukları yerden çözmeye başladı. O esnada içeriden gelen adamı fark etmemiş olacak ki adam seslendiğinde şaşırdı. “Üç kişi olcaksın sanıyodum” dedi ahır sahibi, pek de doğru olmayan bir dille. “Evet, öyle olacaktı ki bu arkadaş da katıldı.” Parmağıyla beni işaret etti. “Ama dördüncü bir atım yok, daha bir saate de hazır olmaz. N’apmayı düşünüyosun?” “O da benimle gelicek” diye kestirip attı. “O zaman ekstradan para almak zorunda kalırım” dedi adam, ellerini ovuşturarak. Cassel cevap vermeden bir süre adama sert sert baktı. “Böyle bir şey için para ödemeyeceğimi biliyorsun. Bu tür pazarlıkları aştığımızı sanıyordum”
“Aman ödeme, sanki parana çok ihtiyacım var.” Adam sanki parayı hiç istememiş gibi davranıyordu, hatta teklif edilen parayı reddediyormuş gibi elini havada sallıyordu. “Ne yapcaksanız yapın, yalnız atları getirmeyi unutma! Bir daha eskisi gibi bir olay olursa bozuşuruz ona göre.” Cassel adama şaka niyetine küçümsercesine baktı, daha sonra çözdüğü atlardan birinin eyerine sıçradı. Oturduktan sonra bana elini uzatıp, beni de arkasına çekti. Diğer iki savaşçı da atların eyerlerine yerleştikten sonra, kendi atını -önde olacak şekilde- ahırın çıkışına doğru sürmeye başladı. Kapıdan çıkıp atı dört nala sürmeye başlamadan arkasına dönüp ahır sahibini cevapladı. “Öyle birşey yapmayacağımı sen de biliyorsun. Ben sözümde dururum.” Böylece şehrin batısına doğru at üstünde ilerlemeye başladık. Merakımı yenemeyip Cassel’e seslendim “Hey, Cassel!” “Evet?” Savaşçı, daha rahat duyabilmek için yavaşça başını sola doğru çevirdi. “Şu adamın bahsettiği neydi? Hani atları geri getirmekle ilgili olan?” “O mu?...” Daha çok kendi kendine, eski günleri anarcasına güldü. “...Ahır sahibi ve ben eski dostlarız, küçükken babasından ödünç aldığımız atları gün boyu sürer, hava karardıktan sonra getirir, kendimiz ahıra yerleştirirdik. Şimdi ise ahırın sorumluluğu ona ait, atlarını vaktinde geri istiyor. Tıpkı babası gibi” Sözleri biter bitmez Cassel tekrar önüne döndü, kendi haline bırakılmayı istercesine bir havayla yola konsantre oldu. Ben de daha fazla soru sormadım. Her ne kadar bu adam hakkında hala daha biraz şüpheci olsam da, dürüst ve gerçekçi birine benziyordu. Görünüşe aldanmamak gerektiğine dair söylenenleri bir kez daha hiçe saymıştım. Fakat bundan pişman değildim, bir adama dürüst bir şekilde güvenmiştim, o da bana dürüst davranmıştı. Daima bir kötülük aramadan, bazen saf güzelliklere de rastlayabilmek ne kadar da keyif vericiydi. Okçu ve mızraklının da arkamızdan takip edip etmediğini kontrol ettim. Daha sonra da toprak yolda ritmik adımlarla ilerleyen atın müziğiyle gerçek dünyamdan uzaklaşmayı başardım, düşüncelerimle birlikte -tekrar- daldım.
Bölüm V: Vassili Ormanı
At üzerinde yolculuk çok uzun sürmedi. Ormanda azıcık ilerlemiştik ki Cassel, Rick ve Ramiz’e seslenerek yavaşlamalarını ve sessiz olmalarını emretti. Artık, bir insanın yürüme hızında ilerliyorduk. Ormanın içinden geçen küçük bir nehre yaklaştık, onun paralelinde ilerlemeye başladık. Cassel, marangozların kendisine “nehrin yanındaki açıklık bölge” gibi bir tarif verdiklerini söyledi. Şahsen buranın yabancısı olduğum için Cassel’i kendi yöntemiyle yol bulmasına bırakmaktan başka çarem yoktu. Zaten savaşçılar genelde bu konuda yetenekli olurlardı; Cassel de, fikrimce, yüce bir savaşçı olmaktan daha çok, bu bölgeyi tanıdığı için yol bulabiliyordu. Çok yaklaştığımızı düşündüğünü söylediği bi yerde atlarımızdan indik ve iki atı da bir ağaca bağladık. Yaya olarak biraz ilerledikten sonra Cassel bizi bir defa daha, olabildiğince sessiz olmamız konusunda uyardı. Açıklık bir alan ilerde seçilmeye başladığında Cassel bize beklememiz konusunda emir verdi, kendi seri ve küçük adımlarla yavaşça ilerlemeye devam etti. Küçük bir mesafe kat ettikten sonra, ortamın güvenli olduğuna dair bir işaret yaptı ve bizi de yanına çağırdı. Tekrar hep birlikte olunca, açık alanda dizilmiş taşları gösterdi. Büyük ihtimalle, evvelki gece içindeki ateşin dışarı sıçramasını engellemek için kurulan taştan platform içinde küllerle birlikte açık alanın ortasında duruyordu. Hep birlikte açık alanı uzaktan izlerken, daha ileridekin çalılardan hışırtılar geldi. Bulunduğumuz yere olabildiğince sinerek beklemeye başladık. Uzaktaki çalılardan beş tane Orc ortaya çıktı. Hayır, aralarından ikisi Goblin denecek kadar küçüktü. Özellikle böyle durumlarda, yaratığın bir Orc mu yoksa Goblin mi olduğunu ayırt etmek çok zordu; en azından benim için öyleydi. Aslına bakılırsa bu pek de bir önem taşımıyordu; büyük orduların savaşlarını yönetmediğimiz sürece tabi... Fakat yaratıklar Cassel’in keskin gözlemlerinden kurtulamadılar. “3 Orc ve 2 Goblin” dedi Cassel, söylenmemiş düşüncelerimi doğrularcasına. “Oradaki ikiliyi de katarsak 5 Orc ve 2 Goblin eder.” Parmağıyla yaratıkların hemen arkalarından ağır ağır yaklaşan ikiliyi gösterdi. Daha sonra da bize aklında tasarladığı planı anlatmaya başladı. “Rick, biraz aşağı doğru ilerle ve kendine güvenli bir nokta bul. Hareketimi aldığın zaman Goblinlerden birini halletmeni istiyorum. Daha sonra da arkadan gelen Orcları dene. Eğer çok yaklaşırlarsa oku bırak ve kılıcınla yanımıza gel. Anlaşıldı mı?”
diye sordu, Rick kafasını hafifçe salladı.“Olabildiğince çabuk hazır ol!” diye ekledi, aşağı ilerlemeye başlayan okçunun arkasından. Daha sonra tekrar bana ve Ramiz’e döndü. “Biz önden ilerleyeceğiz, Ramiz sen benimle birlikte ilk saldırıda bulunacaksın, bana eşlik etmeye çalış.” Cassel’in ciddi tutumu ve kendisinden beklenilenleri ortaya koyabilme heyecanıyla Ramiz şapşal bir halde başını salladı. “Ralph, bana ve Ramiz’e büyünle destek ol. Daima bizim bir adım gerimizde ol, eğer biri bizi aşmayı başarırsa senin onu bitirmeni istiyorum.” Benim de kafa sallamamı beklemeden aşağı yol almaya başladı. Ramiz ile birlikte peşinden ilerlemeye başladık. Açık alanın hemen dibinde çömeldik, Cassel hepimize son bir defa göz gezdirdikten sonra Rick’e işaret vermek için elleriyle kanarya sesi çıkardı. O esnada son sürat ilerleyen bir ok açık alanın ortasında sap gibi duran Goblinlerden bir tanesinin göğsüne saplandı. Beklenmedik saldırı karşısında panik içinde kılıçlarını çeken Orclar, yere çakılmadan önce göğsünü sıkı sıkı tutarak yalpalayan Goblin’i izlediler. Goblinin yere düşmesiyle birlikte, beş Orc savaş formasyonuna geçtiler. Kalkanlarıyla olabildiğince kendilerini korumaya çalışırken, üçü önde, ikisi arkada yerleştiler. Diğer Goblin, en arkada hala daha ani saldırının etkisinden kurtulmaya çabalıyordu. İkinci bir okun kalkanlarda patlamasıyla birlikte Cassel çömeldiğimiz yerden fırlayarak Orclara doğru koşmaya başladı. Üç koca adımda yaratıkların dibinde biten savaşçı hala daha kendini okçudan korumaya çalışan Orclardan en yakınındakine gerdiği sağ koluyla tüm güc geçirdi. Saldırının hızıyla yaratığın kellesini gövdesinden ayıran keskin kılıç, ani bir kavisle bir sonraki rakibi için güçlü eller arasında hiza aldı. Hemen diğer yaratığa saldıran Cassel’in kılıcı, ilkinden daha hazırlıklı olan bu Orcun kalkanında patladı. Fakat yaratık, iki savaşçıyla birden baş edecek kadar hızlı değildi. Ramiz korkak bi şekilde sapladığı mızrak yaratığın karnında yolunu açtı. Bir anda acıyla geri saldıran yaratık elindeki çok kötü dövülmüş kılıcı daha tehlikeli olduğunu anladığı Cassel’e doğru savurdu. Cassel’in kendini savunması için bir zırhı yada kalkanı yoktu. Eğer hemen bir şey yapmazsam Cassel’in yaratığın gözükara saldırısına maruz kalacağını fark ettim. Gözlerimi hızlıca yumarak yaratığın elini yan tarafa doğru ittirecek bir kuvvet yaratmaya odaklandım.
Son anda düşünebildiğim saldırı ile kılıcın hedeften sapmasını sağlayabildim. Fakat yine de kılıcın tam ucuyla Cassel’i sol omzundan hafifçe kesmesini engelleyemedim. Böyle bir kesik, büyük ihtimalle savaşçı için pek bir şey ifade etmiyordu; Whardellone’da çok geniş ve derin yaralı savaşçılar görmüştüm, bu onların yanında bir yara bile sayılmazdı. Yaratığın kendisine doğrulttuğu ve sadece bir kesikle sonuçlanan saldırı karşısında Cassel hiddetle kılıcını yatay şekilde yaratığın göğsüne doğru sapladı. İki yana kan sıçratarak yaratığın içinde yol alan kılıç, tüm organları delip geçerek arkasından belirdi. Hem bir mızrak hem de kılıç tarafından deşilen yaratık, yaşam bedenini terk edinceye dek ayakta durmaya devam etti. O ana dek arkada çatışmayı izleyen Goblin, ve arka sıradaki Orclardan biri birlikte kaçmaya başladılar. Onları kaçırmamak için peşlerinden koşmaya başladım. Goblin ve Orc farklı yönlere saptığı yerde bir an duraksadım. Arkamdan Cassel’in bağırışını güç bela çıkartabildim “Goblin’in kaçmasına izin verme! Orcu ben alırım!” Bunun üzerine ben de Goblin’in peşinden koşmaya başladım. Tam önümde ilerlediği bir yere rast gelince gözlerimi kapayarak bacakalarından sıkıca tutacak ve onu yere düşerecek bir kuvveti şekillendirdim. Goblinin yere çakılmasıyla birlikte adımlarımı genişleterek yanına olabildiğince hızlı yaklaştım. Hazır onu yerde yakalamışken işini bitirmek adına belimde taşıdığım kısa kılıcıma uzandım. Kılıcı acemi bir şekildeyerde yatan Goblin’e doğru savurdum. Şiddetli olmasına rağmen isabetli olmayan hamlem bana pahalıya patladı. Kendine gelen yaratık kılıç tutan elime sıkı bir tekme geçirdi. Darbeyle kılıç elimden fırladı, yaratık da ayağa kalkmak için fırsat buldu. Yaratıkla ayakta karşı karşıya kalınca daha evvel yaptığım numara aklıma geldi. Daima bir kaçış büyüsü için enerji saklamayı doğru bulduğum için, kullanılacak enerjim olup olmadığını kontrol ettim. Enerjim azalmış olsa da risk almaya karar vererek geçen sefer yaptığım büyüyü tekrarlamak adına gözlerimi yumdum ve yaratığa fırlatılacak bir tutam kum hayal ettim. Kumlarla gözleri kamaşan yaratığa saldırmadan evvel son silahım olan asamı kuvvetlendirmek aklıma geldi. Etrafı seçmeye çalışan yaratığa tam geçirmeden evvel gözlerimi yumarak asanın ucunu, kalın bir baltanın ağzı olarak şekillendirdim. Goblin, göğsünde, dev bir balta ile kesilmişçesine açılan geniş yarayı tutarak yavaşça geriledi. Etrafına panik ve çaresizlik içinde bakan cansız
vücudu yere yığıldı. Rahat bir nefes aldım. Zihinsel olarak son derece yorulduğumu fark ettim. Bir başka büyü bayılmama yol açabilirdi, hatta daha fazlasına; tabi eğer yapabilirseydim... “Ralph! Dikkat E...” Daha Cassel’in gümbürdeyen sesinin ne dediğini tam olarak anlayamadan ani bir saldırıya maruz kaldım. Önümde beliren Orc’un çirkin yüzünden ve hızlıca kalbime saplamış olduğu kılıcından Cassel’in ne demekte olabileceğini tahmin edebiliyordum. Dikkat et, diyecekti. Dikkat et! Fakat artık çok geçti. Yeşil derili Orc’un kılıcı çoktan hedefini bulmuştu. İlginç bir şekilde, acı hissetmediğimi fark ettim. Gerçi daha önce hiç bu şekilde bıçaklanmamıştım, nasıl bir his olduğunu nerden bilebilirdim ki? Bu nedenle, acı hissetmememin doğal mı yoksa aykırı bir durum mu olduğunu çıkartamadım. Bulunduğum anda böyle birşeyi düşünmek anlamsız gözükse de, deiğer taraftan yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu iş nereden bulaştığıma dair lanet yağdırıyordum. Benim gibi güçsüzlerin sonu anca böyle olurdu. Güçsüzler ölmek için vardı. Bir Orc tarafından öldürülecek kişiler bir Orc’la karşılaşmamalıydı. Ne yapacağımı düşünmüştüm ki zaten? Lanet olsun! Keşke bu işe bulaşmasaydım, keşke! Belki farklı olabilirdi, belki bu işe bulaşmasaydım o anda şehirde avanak avanak geziyor olabilirdim. Belki öylesi daha iyi olurdu, çok daha iyi olurdu. Avanak olabilirdim, ama bir hiç uğruna ölmekten daha iyidi. Her şey bir hiç uğruna ölmekten iyiydi. Kimse, ne olursa olsun bir hiç uğruna ölmemeliydi, bundan kötü bir şey yoktu. Eğer o anda ölüyor olmasaydım, belki bir yerlerde iyi yada kötü en azından hayatta olabileceğimi düşünmek içimi kötü yaptı. Kötü hissederek öleceğimi bilmek, kötü olmam için bir başka nedendi. Evet, ölüyordum ama iyi hissederek, mutlu ölmeyi isterdim. O bile bana sunulmamıştı. Milyonlarca fikir ve soru aklımda dolanıyordu. Şimdiye dek hiç düşünemediğim şekilde hızlıca düşünebildiğimi fark ettim. Sanki zaman yavaşlamışçasına, her fikri sakince ele alıyor, neden ve sonuçlarını düşünüyor, mantıklı olup olmadığına karar veriyordum. Tek ilginç taraf ise bunları ölmeden evvelki son anlarımda yapıyor olmamdı. Zaten bu tek ilginç nokta, her şeyi etrafıma toplamaya yetecek ilginçlikteydi. Ölmeden önce içgüdüsel yada bilinçli olarak
aklımdaki tüm soruları cevaplamak istiyordum. Bunun içgüdüsel mi bilinçli mi olduğu üzerinde de düşündüm ve bunu da malesef çıkartamadım. Gerçi bunu öbür tarafa gittiğimde boş ve rahat olmak için mi yaptığımı yoksa şu son anımda dünyadan ve dünyanın bana bahşettiği nimetlerden biri olan beynim ve zekamı hakkını vererek kullanmış olmak için mi yaptığımı da çıkartamadım. Zamanla üzerinde düşündüğüm şeyler hakkında o kadar da rahat düşünememeye başladım. Çoğu fikri es geçiyordum. Kısa süre içinde herşey tekrar hızlanmaya başladı. Aklım da karışmaya başladı. Her biri beyaz sayfa üzerinde bir çizik bırakırcasına, her fikir aklımda minik bir çizik bırakmaya başladı. Böylece, birkaç saniye içinde beyaz sayfam kapkapara olmuş, defalarca üst üste çizilmekten yırtılmanın eşiğine gelmişti. Ve artık öyle bir noktaya ulaştım ki artık sayfam dahi aklımdan uzaklaştı, aynı şekilde yırtılıp yırtılmaması da uzaklaştı. Kendi benliğim, sonsuz hiçliğe yayıldı...
Bölüm VI: Yalnızlık Tarlası Gözlerimi açtığımda kendimi karanlık bir yerde buldum, ne sert ne yumuşak bir zemin üzerinde yatıyordum. Fakat tam olarak nerede olduğumu kestirmek imkansızdı. Bir an için buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalıştım. Fakat hiçbirşey düşünemiyordum, hafızamı yoklama yeteneğim elimden alınmış gibiydi. Ne kadar denersem deneyim, tam hatırlamaya çalışırken dikkatim dağılıyordu. Madem geçmişi hatırlayamıyordum, bulunduğum yeri tanımanın faydalı olacağına karar verdim. Belki bana bir ipucu sunabilirdi. Ellerimle yeri yoklayınca toprak üzerinde yattığımı anladım. Açık arazideydim. Yavaşça oturduğum yerde doğruldum, etrafa bakınınca bir patikada oturduğumu anladım. Her iki yanımda da uzun, buğday benzeri tahıllar uzanıyordu. Bir tarlanın içinden geçen, iki adam boyu genişliğinde bir patikadaydım. Ayağa kalkıp tahılların tepesinden ileriyi görmeye çalıştım. Fakat faydasızdı, tahıllar benden bile uzun boyluydular. Ne kadar geniş bir tarlanın içinde olduğuma dair bir fikrim yoktu; bin dönümlük geniş Saleax tarlalarında da olabilirdim, birinin arka bahçesinde de. Patika önümde, az ilerde yavaşça sağa sapıyordu. Birkaç adım sola kayıp daha ileriyi görmeye çalıştım, fakat patika sağa kıvrılmaya devam ediyordu. Bu yüzden, ilerlemeden, patikanın ilerisini görmek mümkün değildi. İlerlemeden önce de her tarafı kontrol etmek istedim, belki gözüme son anda bir çıkış yolu ilişebilirdi. Arkama dönmemle birlikte aklım da karıştı. Patika adeta geniş bir daire çizercesine, bu taraftan da sola kıvrılıyordu. Birkaç adım adıp bakınca her iki tarafın da bir farkı olmadığını anladım. Bu esnada, sürekli öne arkaya dönmekten, hangi tarafın uyandığımda karşımda olan taraf olduğunu karıştırdım. Şimdi birbiriyle aynı iki yol vardı, ve ilerlemeden önce bir seçim yapmam gerekecekti. Patikanın genişliği el verdiğince bulunduğum yerde volta atmaya başladım. O esnada başımı yukarı kaldırınca şimdiye kadar dikkatimi çekmeyen bir şeyi fark ettim. Gökyüzüne bakıyordum, fakat hiçbir yıldız göremiyordum. Fakat etraf karanlık değildi, geceleri ayın etrafı aydınlatması gibiydi. Tuhaf olan da, gökyüzünde bu ışığı yansıtacak ne bir ayın ne de kendi ışığını sunacak bir yıldızın bulunmamasıydı. Nasıl geldiğimi, nerde olduğumu, neden burada olduğumu ya da nereye
gideceğimi bilemeden öylece dikiliyordum. Bedenim ve aklım büyük bir tezat oluşturuyorlardı; kafam iyice karışmasına rağmen kendimi son derece dinç hissediyordum. Yavaşça tekrar yere çöktüm; fiziksel değil ama zihinsel yorgun olduğum için. Solumda bir yol, sağımda bir başka yol uzanıyordu. Seçim yapmadan önce düşünmek istiyordum. Sola gideceğim, dedim kendi kendime, sol tarafıma bakarak. Tam ayağa kalkarken sağ tarafıma bir bakış attım, sağa gitmeliyim, dedim. Sonra tekrar soluma baktım ve bir adım attım. Hala daha içimden bir ses diğer yöne gitmemi söylüyordu. Fakat biliyordum ki eğer o yöne sapsam, yine aynı ses bu sefer diğer taraf için haykıracaktı. Bu ikilemin yarattığı paniği söndürebilmek için gözlerimi kapadım ve biraz öylesine bekledim. Gözlerimi açtığımda birkaç adım ilerimde patikanın ortasında bir şeyin durduğunu fark ettim. Etrafın büyük ölçüde karanlık olmasından dolayı zaten siyah renkte olan cismin ne olduğunu çıkartmam beni biraz zorladı. Siyah bir tavşan, evet, önümde siyah bir tavşan duruyordu. Daha evvelden siyah bir tavşan görmediğimden dolayı emin olmak için uzun uzun baktım. Yalnış görmemiştim, hakikaten tavşan siyahtı ve önümde durmuş minik ayaklarıyla burnunu kaşıyordu. Belki bu kadar gözlenmekten, belki de sadece orada bulunmaktan sıkılmış olan tavşan patikada ilerlemeye başladı. Zıplamıyor, adeta sakince yürüyordu. Hızlı ilerlemiyordu, beni de peşinden çağıran bir temposu vardı. Ben de peşinden ilerlemeye başladım. Birlikte yürüyorduk. Patika da biz yürüdükçe sola kıvrılmaya devam ediyordu. Yürüdükçe yürüdük, sanırım hep aynı yerde dönüp duruyorduk çünkü etrafta hiçbir değişiklik yoktu.. Fakat yine de artık içimde bir çelişki yoktu, bu yüzden de rahat hissediyordum kendimi. Gözlerimi kapadım ve öyle yürümeye devam ettim. Ne kadar yürüdüğümün farkında değilim, ama uzunca bir süreymiş gibi geldi. Yine de, bundan hiç sıkılmadım, aksine hoşuma bile gitti. Tavşanın küçük ayaklarının yere temasıyla çıkan alçak, melodik sesi takip ediyordum. Sesle ilerliyordum, her ne kadar böyle devam ettiğim sürece önüme bir engel çıkmayacağını bilsem de. Aniden, tavşanın ayak sesleri yok oldu. Durdum ve dikkatlice dinlemeye başladım. Hiç bir şey duyamıyordum, tavşanın neden durduğunu öğrenebilmek için de gözlerimi açmak istemiyordum. Hoşuma gitmese de yavaşça gözlerimi
araladım. Etrafımdaki kaynaksız, loş ışık bile gözlerimi bir anlığına kırpıştırmama yol açacak kadar aydınlık sayılırdı. Görüntü netleşince tavşanın artık orada olmadığını gördüm. Biraz ileride, boyu uzun mu uzun, bir insanoğluna ait olamayacak kadar ince belli bir suret vardı. Siyah bir cüppeye bürünmüştü, fakat cüppe tam ona göre tasarlanmış olmalıydı. Neredeyse kolumdan daha ince olan belini tam sarıyordu, fakat cüppenin omuzları ve etekleri son derece boldu. Böylece, ayaklarının ve üst gövdesinin de bu kadar ince olup olmadığını bilmemin imkanı yoktu. Yine de göründüğü kadarıyla, omuzları her ne kadar normal bir insana göre geniş olmasa da, dapdaracık beliyle büyük bir tezat oluşturuyordu. Aynı şekilde ayaklarına doğru da cüppesi genişleyerek epey bir alan kaplıyordu. Suret bana doğru yaklaşmaya başladı. Her ne kadar korku duysam da, insanüstü varlığı beni son derece etkilemişti. Kalmak ve seyretmek istiyordum, her neye mal olursa olsun. Benimle arasında birkaç adım mesafa kalana dek yaklaştı, daha sonra durdu. Yaklaştığı esnada cüppesinin etekleri hafifçe hışırdıyordu, fakat yürüdüğünü söylemek imkansızdı, adeta yerin üstünde süzülüyordu. Yaklaşınca cüppesinin siyah olmadığını fark ettim, çok ama çok koyu bir renkti ama onu ayırt etmeye çalıştıkca değişiryordu. Bir an gece mavisi gibi geliyor, hemen ardından koyu, kan kırmızısına bürünüyordu. Ayrıca cüppe de kadife tarzı bir kumaşla dikilmişti, fakat kumaşın da tam olarak ne olduğunu çıkartamıyordum. Suretin sahip olduğu herşey alışılagelmiş değerlerden değişikti, mistik bir çekiciliği vardı. Cüppenin koyuluğuna bir de etrafın karanlık olduğu katılırsa, ardında nasıl bir yüz yattığı belli olmuyordu. Hatta orada bir yüz olduğundan bile emin değildim. Aynı şekilde, elleri de cüppenin karanlıkları içinde yok olmuştu. Tek emin olduğum nokta bu varlığın insan olamayacağıydı, bir insan için çok mükemmel gözüküyordu. Cinsiyetine dair bir ipucu da bulamıyordum, eğer böyle bir varlığın cinsiyeti varsa tabi. “Burada ne arıyorsun, genç yolcu?” Ezgisel ve melodik sesi hissettiğime yemin edebilirdim; ne karşımdaki suret tarafından fiziksel olarak sarfedilmişti, ne de sadece aklımda gezinen bir düşünceydi. Karşımdaki suretle konuştuğumu biliyordum; nasıl olduğunu anlayamasam da bir şekilde biliyordum, bunu hissediyordum. Fakat sanki kendimle konuşuyor gibi olmuştum, ses içimden gelmişti, derinliklerimden. Sesin kalınlığı, tizliği ayırt ediliyemiyordu, bir kız
yada erkek tarafından söylendiği çıkartılamadığı gibi. “Bu...” Sesim içimde boğulmuştu, buranın neresi olduğunu ve onun kim olduğunu soracaktım ki gerçekten de konuşmam gerekip gerekmediğini düşündüm. Karşımdaki varlık her şekilde beni anlıyor olmalıydı, hatta o anda bunları düşünürken dahi beni dinliyor olmalıydı. Bu düşünce beni ürküttü, fakat onun da ürktüğümü öğrenebileceğini fark edince paniğe kapıldım. Düşüncelerinizi okuyabilen birinden kurtulmanın planını düşünmeden yapabilir miydiniz? Tam bunu düşündüğünüz esnada o da bunu öğrenmez miydi? Kendi kendimi kısır döngüler içinde yorduğumu ve düşünmüş ya da düşünmemiş olduğum her şeyi böyle üstün bir varlığın zaten öğrenebileceğine karar vererek rahatlamaya çalıştım. Ses adeta beni cevaplarcasına yükseldi. “Benim adım Mikaél, ebediyetin özgün kimliğiyim. Seni her anlamda dinleyebiliyorum ve takip edebiliyorum, benden saklayıp gizleyebileceğin hiçbir şey yok; buna ihtiyacın da yok, hiç olmadı.” Son sözleri kendimi kötü hissettirmeme yol açtı, gerçi geri kalanların da bundan aşağı kalır bir etkisi yoktu. “Hiçliğin kök verdiği yerdesin, yalnızlığın tarlasında. Burada bazı kavramlar bulunmaz, zaman, fizik kuralları yada büyü gibi.” Peki neden burdayım? Sadece aklımda budaklanan bir soru olmasana rağmen, bu üstün varlık tarafından algılanacağını bildiğimden dolayı ifade etmekte hiç zorluk çekmiyordum. “Burada olma nedenin, henüz ilerisi için hazır olmamandır; yalnızca arada kalanlar kendilerini tarlada bulurlar. Tarlaya gelenler, yeniden gözden geçirilmeye ihtiyacı olanlardır. Tarla amaçsızca düşenleri tutmak için vardır. Tabi senin durumun, sanırım bundan biraz farklı...” Nasıl farklı? Gözden geçirilmeye ihtiyaç mı? Tarla nedir ki? Sorular aklımda şekil alıyordu. Onlarca, yüzlerce, binlerce soru bir anda tüm zihnimi doldurmuştu. “Yalnızlığın tarlasındasın, bildiğini sandığın ve bir parçası olduğunu düşündüğün evrenden çok yukarıda. Buradasın, çünkü tıpkı daha başka şeyler yaşaman gerektiği gibi, şu anda burada bulunman gerekiyor. Yine de, senin buraya gelmen sistem dışı. Buraya kendin olarak kendin, fakat buradan ayrılacak olan sen, geldiğindeki senden epey farklı olacak. Sen ilksin, ve senin ardından olacakları tahmin edebiliyorum. Elveda yolcu, batan güneşin tadını çıkarmayı unutma...”
Sözlerini bitirmesiyle birlikte, yavaşça kollarını havaya kaldırdı. Koları havada yükseldikçe tarla ve gözkyüzünü azıcık olsun aydınlatan, belirsiz ışık kaynağı sönmeye başladı. Mikaél’in kolları tamamiyle yukarıya ulaşmadan karanlık etrafa egemen oldu. Zifiri karanlıkta ne kendimi ne Mikaél’i ne de tarlayı görebiliyordum. Karanlık kısa sürdü. Hemen ardından etrafım aydınlanmaya başladı. Heryanım beyazdı, artık tarlada olmadığımı anlayabiliyordum. Mikaél de gitmişti. Bembeyaz bir çarşafla örtülmüş gibiydim. Yine yalnızdım, ve sakin. Hafif bir serinliğin vücudumu sardığını hissettim. Sanki bir yaz akşamüstünde, sahildeki meltem üstüme üstüme esiyordu. Aydınlanma ile birlikte kulağıma sesler de gelmeye başladı. Haşin dalgaların sesi, sanki sert rüzgarlar tarafından yaman kayalara ittiriliyormuşçasına geliyordu. Kendimi, ıssız bir okyanusun ortasında hissettim, her yanımda dalgalar patlıyor, adeta oradan kurtulamayacağımı haykırıyorlardı. Kayaları döven dalgaların ardında bir başka ses yükselmeye başladı. Ezgisel bir ses, büyüleyici bir güzellikle yüseldi. Fakat dalgalar yüzünden duyulması neredeyse imkansız olan sesin hangi müzik aletinden geldiğini söylemek imkansızdı. Ses bir an kalınlaşıyor, sonra üflemeli bir çalgıdan gelircesine yumuşuyor, uzuyordu. Belki aydınlık, belki serinlik, belki de ezgi sayesinde konrolümü kaybettiğimi fark ettim. Vücudum gevşiyor, rahatlıyordu. Zira, bunu önlemek de istemedim. Benliğimi, içimde huzurla, sakin ortamda kaybolmaya bıraktım...
Bölüm VII: Vassili’ye Dönüş
Kendime geldiğimde bir sandalyede oturduğumu fark ettim. Cüppemin üstüne mavi bir giysi parçası yerleştirilmişti. Her ne kadar bedenimi sıkması için bağlanmış olduğu belli olsa da epey gevşek duruyordu. Cüppemin kimi kısımlarında kızıl lekeler bulunduğunu fark ettim. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştım, fakat kendimi çok yorgun hissediyordum. Düşünmek, hatırlamak için bile üşeniyordum. Gözlerimi kapadım, tekrar uyumaya, düşüncelerimden uzaklaşmaya çalıştım. Fakat bunu bir türlü başaramıyordum. Tıpkı uykunuzdan uyandırılınca bir daha uyuyamamanız gibi, bir türlü geriye dönemediğimi fark ettim. Gözlerimi açıp, etrafımla ilgilenmekten başka çarem yoktu. Odayı incelemeye başladım. Özenle döşenmiş bir odadaydım. Oda pek büyük sayılmazdı, başka büyük bir odayı koridora bağlamak için kullanılan tarzda bir odaydı. Duvardaki gösterişli işçilikten, ustalar tarafından epey emek gösterilerek inşa edildiği belli oluyordu. Oturduğum koltuğun da bir o kadar değerli olduğu belliydi. Sert bir ağaçtan oyulmuştu, fakat oturduğum kısım yumuşacıktı. Biri solumda, diğeri sağımda olmak üzere iki kapı odanın iki tarafında duruyordu. İki kapı da birbirine çok benziyordu. İkisi de kapalıydı, yüksek ve geniştiler. O anda, sağımdaki kapı hafifçe aralandı. Kapının diğer tarafından, uzun boylu, kaslı bir adam odaya girdi. Adam bir yerlerden tanıdık geliyordu. Bana doğru döndü ve hızlıca bakışlarını gezdirmeye devam ettirdi. Sonra durup, bir daha bana döndü ve öne eğildi, gözlerini kısarak bakmaya başladı. Benim de ona baktığımdan emin olunca, tekrar doğrularak bana doğru yaklaşmaya başladı. “Uyanmışsın! Aman Tanrım! İyi misin?” sözleri hayret ve merak doluydu. Hafifçe gözlerimi kısıp bakmaya başladım, kim olduğunu çıkartmaya çalışıyordum. Tam ona kim olduğunu soracakken, bir anda herşey aklıma geldi. Cassel! Bu adam bir savaşçıydı, iki arkadaşı ve ben orclarla savaşıyorduk. Neredeyse hepsini halletmiştik, son birkaç taneyle savaşıyorduk ve...ve...ve ben, evet, bir orc tarafından kalbime kılıç saplanmıştı. Bir anda yüzümün solduğunu hissettim, içimi büyük bir korku ve endişe kapladı.
Panik içinde göğsüme, gevşek giysi parçasının durduğu yere baktım. Artık, cüppemdeki kırmızı lekelerin de anlamını çıkarabiliyordum. Tekrar adama bakmaya başladım. “Bana ne oldu?” “Bir orc tarafından kalbine kılıç saplandı, ve sen, sen yaşıyorsun! Evet, işte sana olan bu!” Cassel sanki yaşadığıma inanamıyormuşçasına olabildiğince etrafımda dolanarak vücudumu inceliyordu; hayatta olmadığımı düşünmek için kendine bir kanıt, bedenimde eksik olan bir parça arıyordu adeta. Olayı düşündükçe, korku ve endişem dinerek bana ne kadar şanslı olduğumu fark ettirdi. Nasıl oldu da yaşamıştım? Kalbime bir kılıç saplanmıştı, bir kılıç! Yarama bakabilmek için bezi aşağı ittirdim ve cüppemi araladım. Görüntü, daha da ilginçti. Yaraya benzer hiçbir şey yoktu. Kalbimin çevresindeki halka koyu bir kırmızı renk almıştı. Ortasında ise kısa bir çizgi vardı, yaramın tek izi. Yaramı gören Cassel, açıklamaya çalıştı. “Yaratığı sana kılıcı sapladığı an öldürdüm. Fakat kılıcı kalbinden çıkardığımızda o halka portakal turuncusu bir renkteydi, kor alevde dövülmüş demirin renginde. Ne yapacağımızı bilemedik, hala daha nefes alıyordun; biz de seni şehir hekimine götürmeye karar verdik. “Hekim, bir şey yapamayacağını ve durumunun iyi gözüktüğünü söyledi, ben de seni buraya getirdim. Bu arada, şehir valisinin binasındasın. Ödülü aldım, beş orc ve iki goblin için 60 altın sikke. İşte burada da senin payın.” Elindeki keseden 15 altın sikke çıkardı. Avucunun içinde yayarak saymama yardımcı olmaya çalıştı. Fakat, sikkeleri saymadan aldım. Saymamamın sebebi umursamazlığımdan çok o anki mutluluğun etkisiydi. Sikkeleri cüppenin iç gözlerinden birine koydum. “Asan, dışarıda Ramiz ve Rick’e emanetler; kazancını da şimdi verdim zaten” Cassel çok ciddi şekilde açıklama yapma ihtiyacı hissediyordu, en azından benim gözlerime göründüğü kadarıyla böyleydi. Bana sandalyeden kalkarken yardımcı oldu, daha sonra da çıkışa kadar yolu gösterdi. Dışarda, Rick ve Ramiz sıkkın bir ifadeyle bekliyorlardı. Beni ayakta
görünce ikisinin de yüzlerine bir dehşet ifadesi yayıldı. Şok içinde bana bakıyorlardı. “Yürüyebiliyor!” dedi Rick heyecan içinde. “Yaşıyor!” diye ekledi Ramiz, teyit edercesine. Rick, hemen yanında durmakta olan asayı aldı ve hızlıca yanıma gelerek elime tutuşturdu. Tıpkı Cassel gibi, o da bir açıklamada bulunmak, yardım etmek istercesine bir ifade takınmıştı. Üçüne de bakmaya başladım. Asanın dengemi kurmam açısından epey faydası oluyordu. Neşem yerine gelmiş olsa da, henüz enerjim gelmemişti. “Hepinize teşekkür ederim. Sonunu kaçırsam da...” Sessizce güldüm “...bunu hep birlikte başardık... Şimdi izninizle, dinlenmeye ihtiyacım var.” Cassel hemen yanıma geldi. “Dur da hana kadar eşlik edeyim sana.” Elimle, gerek yok manasında bir hareket yaptım, fakat inatla beni kendisine doğru çekti ve kolumu omzuna attı; ona yaslanarak yürümeye başladım. Hana vardığımızda kolumun altından çıktı. Tam ona teşekkür edecektim ki, konuşmaya başladı. “Ralph, bu olay gerçekten inanılmazdı; bu güne kadar, hayatımda hiç kalbine kılıç saplanıp da yaşayan birini görmedim. Bu ileri seviye bir çeşit savunma büyüsü müydü? Eğer öyleyse gerçekten zor bir büyü olmalı...” “Yo, hayır; büyü değildi.” Dedim. Yüzü hayret dolu bir bakış aldı. “Nasıl olduğundan ben de emin değilim; birinin yada birşeyin beni koruduğunu sanıyorum.” “Gerçekten de yetenekli bir büyücü olmalısın!” dedi, dediklerime hiç dikkat etmemiş olduğu apaçık ortadaydı. Yine de, epey heyecanlı olduğu da bariz bir biçimde yüzünden akıyordu. “Bu av, sev.. hoşuna gitti mi?” “Tabi, hoşuma gitti, tabi...” kestirip atmak istedim; fakat Cassel daha konuşmak istiyordu. Heyecan dolu gözleriyle konuşmaya devam etti. “Peki daha büyük bir ava ne dersin?” sormasıyla birlikte kaşları hafifçe yukarı kalktı. Savaşçı, uzun bir pazarlıktan sonra, fiyat daha da aşağı inmeden malını
satmaya çalışan bir tüccara benziyordu. “Ne gibi bir av?” her ne kadar bu işe devam etmeyi istemesem de, soru bir anda ağzımdan fırlayıvermişti. Cassel, kendinden emin bir tavır takındı. “Yanımıza 15-20 kişilik geniş bir ekip alacağım, iki hafta sonra yola çıkacağız. Ekibin başında sen, ben ve iki arkadaşım oluruz; üç kişi olacaktık ama seni de davet etmek istedim. Elimize geçen paranın yüzde altmışı bizim olacaktı, eğer gelirsen yüzde onbeşi senin olur. Ne dersin?” Gerçekten ilginç bir fikirdi, büyük bir ekip ile yaratık avı. Peki bu kadar büyük bir ekip ne için gerekli olabilirdi ki? Merakım bir anda yükseldi ve alacağım cevabı heyecanla bekleyerek sordum. “Peki farz et ki katılıyorum; o kadar kişiyle ne avlayacağız?” Cassel’in yüzüne yine kocaman bir gülümseme yayıldı. Kendinden epey emin bir edayla cevapladı beni. “Belki inanması güç gelecek ama, bir Kızıl Troll avlayacağız!” Sağ elini yumruk yaparak, sol avucunun içine oturttu. “Bir Kızıl Troll mu? Öyle bir yaratığın varlığından bile emin değiliz ki!” Cassel’in söylediklerine çok şaşırmıştım. Bir kızıl Troll! Bu yaratıktan yalnızca efsanelerde bahsedilirdi, ki efsanelerde dahi hepsinin yok olduğu söylenirdi. Halbuki şimdi Cassel gelmiş bana bunlardan birini avlayacağımızı söylüyordu; inanmak imkansız gibi birşeydi. Cassel omzumdan tutup, beni kendine doğru çekti, kulağıma fısıldamaya başladı; aynı anda etrafı kolaçan ediyordu. “Dinle dostum, bu hayatının fırsatı; bunu kimseye sunmazdım ama sana sundum, çünkü sana yaşam borcum var. Eğer bu yaratığı avlarsak kellesini nasıl bir fiyata satabileceğimizi tahmin edebiliyor musun? Ömrün boyunca bir daha yerinden kımıldamana gerek kalmayabilir! Ayrıca Kızıl Troll’un var olduğunu biliyorum, çünkü onu gözlerimle gördüm, onu ve yanında bulundurduğu orc muhafızları gördüm, mağarasını gördüm! Palsen’in yalnızca 80-90 kilometre kuzeyindeler.” “Peki yanlış görmediğini nereden biliyorsun? Belki de başka bir yaratıkla karıştırdın, olamaz mı? Çünkü buna inanmak imkansız! Bir siyah ejderha gördüğüne bile inanırım ama Kızıl Troll gerçekten imkansız.” Bunları söylerken hafifçe omzumu Cassel’in elinden kurtarmaya çalıştım, fakat sımsıkı tutmaya devam ediyordu.
“Hayır, yanlış falan görmedim. Adım gibi biliyorum ki orada bir Kızıl Troll var. Bunu gözlerimle gördüm. Onu avlayacağız, evet onu avlayacağız; böyle bir fırsatı asla ama asla kaçıramam! Şimdi bunu seninle de paylaşmak istiyorum, tabi katılırsan...” Bir an için durup gözlerime baktı, sonra devam etti. “Bir düşünsene Ralph, kazanacağın para bir yana, yanında getireceği şöhreti düşün! Tüm kıta seni tanıyacak, seni konuşacak! Gittiğin her yerde özel muamele alacaksın, konuk edileceksin, davet edileceksin! İnsanlar seninle görüşebilmek için sıraya girecekler!” Anlattıkları gerçekten de insanı heyecanlandırıyordu. Fakat bu işe o kadar da gönüllü hissetmiyordum kendimi. Aslına bakılırsa, gerçekten ne istediğim konusunda en ufak bi fikrim bile yoktu. Sanırım bir süre düşünmek epey işe yarardı. “Söylediklerin gerçekten çok ikna edici...” diye başladım. “Fakat gel gör ki bu seçimi yapmak benim için zor. Evet belki sizinle gelip, bu yolculuğa katılabilirim, ama bu yolculuğun bana sunduklarını ne kadar istiyorum emin değilim. Ayrıca bu yolculukta başımıza bir şey gelebilir. Söylediğin doğru olsa, Kızıl Troll’u bulsak ve onunla savaşsak bile belki onu yenemeyeceğiz, ve hiçbir şey elde edemeden ölmüş olacağız. Sanırım biraz düşünmem gerek Cassel, üzgünüm...” Söylediklerim karşısında Cassel’in heyecanı kırılıldı. “Peki, öyle olsun, beni güneydeki handa bulabilirsin, yalnız bu akşama kadar bana cevap vermelisin, çünkü yarın yola çıkmam gerekiyor. O vakte kadar, iyi düşün...” Sözleri cevap bekleyen sözler değildi, ben de cevap vermek yerine sadece başımı hafifçe salladım. Daha sonra da ona arkamı dönüp hanın kapısından içeri girdim. Bir an arkama dönüp bakmak istedim; benim cevabımı ne kadar merak ettiğini, beni bekleme süresiyle ölçme fikri geldi aklıma, fakat sonra bunun anlamsız bir değerlendirme oalcağını fark ettim. Yukarı kata çıkıp odama yöneldim, odaya girince yatağın karşı tarafında duran sandalyeye çöktüm. Sandalyeden hanın dışarısı izleyen bir pencerenin yanındaydı; orada oturup şehri gözlemlemeye başladım ben de. Düşünceler beni sürükleyene kadar yalnızca az bir miktar görüntünün tadını çıkarma fırsatım vardı; an ve an, kum tanecikleri gibi avucumdan dökülüyor, fakat yine de yalnızca bilinçaltımdan başka hiçbiryerde önemini haykıramıyordu.
Şehir bana bir aitlik hissi vermiyordu; veriyor olsa da bu his, dünyanın herhangi bir noktasının verecebileceği his kadardı- o anki ruh haliyle oratılı ve yaşamı olduğu gibi kabullenen bir gözlem sonucu elde edilebilecek nadide sonuç- ki nitekim bu o kadar az olmalıydı ki hissedemiyordum bile. Halbuki bu dünyayı olduğu gibi seviyordum aslında; kesin olarak bir yerlere bağlanmayı başaramamamın sebebi de zaten kendimi tamamiyle bu evrenin bir parçası olarak hissediyor olmamdı. İşin ilginç tarafı ise -hatırladığım kadarıyla- eskiden bu tür düşüncelerden çok uzak olduğumu hissetmemdi, sanki, daha bu yolculuğa çıkmadan önce bile bu farkı ayırt edemiyor, bu değerlendirmeyi gerçekleştiremiyordum. Az evvel Cassel’in söyeldiklerini düşünmeye başladım; ölmeye değer miydi acaba? Bu soruyu kendime sordukça içimde yükselen bir heyecanı da hissedebiliyordum. Fakat bu heyecan Cassel’in, yada bu soru kendisine sorulduğunda herhangi birinin hissedeceği türden bir heyecan değildi. Beni ne kadar efsanevi bir yaratığı öldürecek olmamız heyecanlandırmıyordu, ne yaratığın ininde bulacağımız ganimet, ne yaratığın cesedini satmakla elimize geçeçek para, ne de bize kazandıracağı şöhret umurumda değildi. Bir kez daha kendimi ilginç bir değerlendirme yaparken bulmuştuım ki, aynı anda, sorumun cevabının da bilinçaltımda beni beklediğini fark ettim: Yolculuk benim kaderimdi. Bunu tüm bedenimde hissedebiliyordum, beni ben yapan her bir erdem bu inancın kutsal suyuna bulanmıştı. Yolculuk yaparak, yolculuk yapmak için gelmiştim; bu benim sahip olduğum ve olabileceğim herşey, tüm sorularıma yanıt, ve aradığım ebedi huzurun sınavıydı. Ertesi günün sabahı, serin ve sisli bir ayaz eşliğinde yolculuğa çıktık...
Bölüm VIII: Palsen ve Kuzey Dağları İki gün içinde Palsen’e vardık. Yolculuk esnasında Cassel ile biraz sohbet etme fırsatı buldum; söyledigine gore o da doğudaki bir köyden geliyormuş, hiç kardeşi yokmuş, zaten babasını genç yaşta kaybetmiş. Şimdi ise geçimini kelle avcılığı yaparak sağlıyormuş. Bu Kızıl Troll avı onun için diğer herkesten çok değer taşıyor olacağını fark ettim. Amacı ismini bir marka haline dönüştürebilmekmiş, inandığına göre herşey ondan sonra çok daha kolay olacakmış; o da bu yolun sonuna kadar yürümeye hazırmış. Cassel’in arkadaşları şehrin batı yakasında oturuyorlarmış; biz de şehre doğudan vardığımız için şehri boydan boya geçmek zorunda kaldık. Bu esnada şehri biraz olsun gözlemleme ve tanımaya çalışma fırsatı buldum. Palsen, tüccarların şehri olarak tanınırdı; tüm kıtanın alım, satım ve dağıtımı buradan yürütülürdü, ayrıca bir liman kenti olmasının da buna büyük bir faydası vardı. Halkın büyük bir çoğunluğu yüksek bir refah seviyesi içinde yaşardı, tabi her şehirde olduğu gibi Palsen’in de karanlık ara sokakları ve kirli işleri vardı elbette. En azından hakkında söylenenler böyleydi, ki nitekim aksini kanıtlayacak hiçbir sebep görülmüyordu. Şehirde ilerlerken her çeşit dükkan, her çeşit tüccar ve her çeşit ürüne rastlamak mümkündü. Kurulan pazarların ise efsanevi büyüklükte oldukları tüm kıta tarafından bilinirdi. Şehirde her gün ne kadar para döndüğünü hesaplamak imkansız gibiydi, düşüncesi bile insanın aklını karıştırmaya yeterdi. Her bir köşede pazarlık yapan insanlara rastlamak mümkündü; mağazası için toptan kumaş almaya çalışan terziler, evini döşemesi için uygun bir marangoz arayan ev sahipleri, daha sonra dövebilmek için ham demir almaya çalışan demirciler, ahırını genişletmek için değişik binek hayvanları arayan zengin tüccarlar şehir sakinlerinden yalnızca birkaçıydı. Şehrin güneyine doğru güzel mi güzel, yeşil mi yeşil bir bahçeye rastlamak mümkündü. Tüm o kalabalıktan ve gürültüden sıyrılabilmek için en ideal yerdi. Şimdi kurumaya yüz tutmuş çiçekleri bile hala daha o güzel kokularını yayabildikleri kadar yayıyorlardı; benim de dikkatimi çekmeyi böyle başarmışlardı.
Şehir belli bir noktadan sonra kendini tekrar etmeye başlıyordu. Bu sebeple de zamanla incelemeye olan ilgim azaldı. Onun yerine Cassel’in arkadaşlarının nasıl olacakları konusunda fikir yürütmeye başlayacaktım ki, onlar hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Cassel ile onlar hakkında biraz konuşma fırsatım oldu, fakat Cassel sürekli “Zaten şimdi geldik, tanışırsın işte, anlatmamın ne alemi var?” dedi durdu ve bu yüzden onlar hakkında pek birşey öğrenemedim. Öğrendiğim kadarıyla biri savaşçı, diğeri ise bir büyücüydü. Cassel’in anlattığına göre savaşçı olan arkadaşı, ismi Tecaesi idi, aynı zamanda çok keskin bir okçuydu. Kendini eskrim sanatına adamıştı ve daha sonra da okçuluk üzerinde uzmanlaşmıştı. Gitmekte olduğumuz evinde çok nadide parçalardan kılıçları ve yine çok değerli bir takım ağaçlardan oyulmuş yayları vardı. Hatta bizzat kendi değerli ağaç ve maden bulmak için uğraşırmış; bir tüccardan aldığı zaman ise yüklü bir miktar ödemeyi kendine dert etmezmiş. Geçimini sağlamak için o da zaman zaman kelle avcılığı yapıyormuş; hatta kıtanın sayılı zenginleri için kiralık katil olarak iş yaptığı da dedikodular arasındaymış. Ayrıca zengin beylerin oğullarını epey yüksek bir ücrete eğitirmiş; savaş eğitmeni olarak kendini bir marka haline getirmeyi başarmışmış. Özellikle eğitmen ve avcı olarak nasıl bir marka haline geldiğini söylerken Cassel’in içte içe yandığını hayal edebiliyordum. Anlattığı kadarıyla kendisi de Tecaesi’ninkine benzer bir yaşam sürmek istiyordu; tıpkı onun gibi bir şöhrete kavuşabilmek en büyük hayali olmalıydı. Ayrıca anlattığına göre Tecaesi ile eski günlerden arkadaşmışlar, böyle zengin ve ünlü olmadan evvel birlikte yolculuk ederlermiş, birbirlerinin en yakın dostlarıymışlar. Fakat bir gün, bir macera için kendine kiralık savaşçılar arayan zengin bir Lord, Tecaesi’yi kendisiyle çalışması için çağarmış. Fakat Tecaesi de rica etmesine rağmen, Cassel’i kiralamak istememiş. Sonunda Tecaesi de Cassel olmadan ayrılmak zorunda kalmış ve böylece ayrılmışlar. Tekrar karşılaşmaları da epey ilginç gelişmiş. Cassel yine bir takım savaşçı ile bir yaratığın peşindeymiş. Fakat yaratığı avladıktan sonra kendisine yardımcı olan diğer savaşçılar tüm ödülü kendileri paylaşmak istemişler; başka bir deyişle Cassel’in payını da alabilmek için onu öldürmek istemişler. Ama bu esnada – büyük bir şans eseri- aynı avın üzerinde olan Tecaesi bu savaşçıları görmüş ve neler olduğunu görmek için yaklaşmış; bu sırada da eski arkadaşının ölümle burun buruna olduğunu görüp ona yardımcı olmuş ve birlikte dönme fırsatı
bulmuşlar. O zamandan beridir de yine birlikte çalışıyorlarmış. Fakat anlattığı bu hikayede bir bölüm kafamı karıştırdı, o da Cassel ve Tecaesi’nin nasıl bu olaydan kurtulduklarıydı; ne Cassel o noktaya değindi, ne de herhangi bir imada bulundu. Ben o konuyu üstelemeye çalışınca ise, kaçamak bir şekilde, hiçbir şeyin olmadığını ve oradan hızla uzaklaştıklarını söyledi. Yaratık ve ödüle ne olduğunu sorduğumda ise verdiği yanıt daha da kafa karıştırıcıydı, kendisine saldıran bu savaşçılara ödüle eşit bir miktar para ödeyip ayrılmalarını sağlamışlar ve böylece yaratık kendilerine kalmış. Söyledikleri çok mantıksızdı, fakat o anda onun eski anılarıyla uğraşacak yada bunlar üzerinde kafa yoracak halde değildim; kelimelerin öylece uçup gitmelerine izin verdim. Büyücü hakkında ise çok derin bilgisi olmadığını söyledi. Büyücü Tecaesi’nin bir arkadaşıymış ve Cassel de onu dolaylı olarak tanıyormuş; adı ise Yuitz’miş. Daha önce birkaç defa onun da içinde bulunduğu gruplarla birlikte ava çıkmış ama nereden olduğu konusunda yada nasıl biri olduğu konusunda hiç ilgi duymamış. Tüm bilgisi gözlemlerine dayalıymış ve gözüktüğü üzre de epey yalnız biriymiş; tüm gün oturur doğayı izleyip kendi kendine vakit geçirirmiş, çoğu zaman onu düşüncelere dalmış gitmiş bulmak mümkünmüş, hatta kimi zaman gözlerini de kaparmış ve kımıldamadan öyle bir otururmuş ki uyuyor mu anlayamazmışsınız. Başka zamanlarda da büyülerini çalışır, nadiren de onları tekrar edermiş. Gruptan kimseyle muhabbeti olmazmış, zaten genelde avlarda sadece yer tutması için alınırmış; çoğu zaman büyü bile yapmazmış. Fakat, Cassel bir kereliğine çok ilginç bir görüntüye şahit olmuş, bir gün büyücü agaçların arasında asası ile antreman yapıyormuş-fakat öyle ki normalde büyü yaparken asasını kullandığından epey farklı bir şekilde- tıpkı bir savaşçı gibi asası ile pratik yapıyormuş, ve savuruşları da son derece zarif ve kesintisizmiş. Yine de Cassel’e göre büyücü gereksiz ve güçsüzdü; tıpkı her savaşçının yaptığı gibi-bana yaptığının aksine- büyücüyü küçümsedi ve genelleme yaparak büyünün ne kadar gereksiz olduğu konusunda konuşmaya devam etti. Aslına bakılınca, onun da sıradan bir savaşçıdan o kadar da farklı olmadığını fark ettim. Muhabbet, gözlem ve düşüncelerle birlikte yol hızlıca geçti ve Cassel’in arkadaşlarının evine vardık. Evin kendi geniş bir arsanın ortasında duruyordu. Arsa yüksek çitlerle çevrelenmişti. Ev ise çift katlı bir villaydı ve tahtadan inşa edilmişti. Üst katında genişçe bir balkon bulunuyordu, balkonda ise birkaç sandalye ve bir masa vardı.
Evin içinde bulunduğu arsa epey genişti. Evin hemen arkasında bir ahırı andıran küçük bir yapı daha bulunuyordu, hatta bir kısmı depo olarak dahi kullanılıyor olabilirdi. Evin az ilerisinde ise boy boy insan kuklaları bulunuyordu; bir savaşçının eğitimi ve antremanı sırasında kullanacağı türden kılıç darbelerine karşı dayanıklı kuklalardı bunlar. Hatta kuklalardan kimilerine saplanmış oklar bulunuyordu, bazıları ise artık kılıç darbelerine dayanamayıp yer yer yırtılmış ya da patlamıştı. Kuklaların az ilerisinde ok tahtaları bulunuyordu. Hele birkaçını bırakın vurmayı denemek, buradan görmek bile yetenek isterdi. Kuklaların arasında ve ok hedeflerine ilerleyen yolda yerin toprak olduğunu ve arada at nalını andıran şekillerin bulunduğunu fark ettim. Bu da, mesafe yaklaştıkça daha rahat inceleyebildiğim ikinci yapıya tekrar yönelmeme sebep oldu. Yapının girişinde de bulunan nal izleri yapının bir ahır olduğunu doğruluyordu. Arsayı çevreleyen çitlere yaklaşınca önden ilerlemekte olan Cassel atından indi ve atını eyerinden çekmeye başladı; bu davranışı üzerine ben de onun gibi yaptım ve ardından ilerlemeye devam ettim. Çitlerin birleştiği nokta bir çeşit kapı gibi yapılmıştı; kilit kullanılmamıştı fakat kirişlerin açısı ayarlanarak, kirişlerin eğimle kapının kendini kapayacağı bir sistem kurulmuştu. Kapıya henüz yaklaşmadan atının ipini çitlerden birine doladı, hemen ardından ben de aynısı yapıp onu kapıya doğru izlemeye devam ettim. Cassel bu kapıya yaklaşınca bir anlığına durdu ve sanki gerçekten burada birilerinin yaşadığından emin olmak istercesine bir hareket bekledi. Beklediği hareket gerçekleşmeyince kapıyı hafifçe ittirerek yavaş yavaş açtı. Daha sonra tekrar kapanmasını önlemek için beni bekledi ve ona ulaştığımda da kapıyı bırakmak için benden, kapıyı bırakabileceğine dair onaylayıcı bir bakış bekledi; bu davranışı da sanki hiçbir hareket gelmediği için kimsenin bulunmadığını düşünüyor, ama bir yandan da saklanan birilerinin korkusu ile olası tehlikeleri uyandırmamak için sessiz hareket ediyormuş gibiydi. Arsanın içine girince eve doğru yöneldi ve adımlarını yavaş yavaş ve sessiz atmaya devam etti. Eve varınca tıpkı kapıda olduğu gibi, daha fazla ilerlemeden benden, bu sefer de ona ulaştığıma ve peşinden gelebileceğime dair, yine bakışlarımla bir onay bekledi. Ayrıca atının eyerinden uzanmakta olan ipi sol eline almış, gelip onu almamı bekliyor gibiydi. Ona ulaştığımda ve atının eyerinin ipini alırken gözlerine baktığımda, çitlerin yanında veya arsada yürüken, ya da daha önce arkadaşından bahsederken fark edemediğim bir şeyi
fark ettim: içinde bir korku ve endişe bulunuyordu. Bu hislerin sebebini çıkartamıyordum; ki belki bu gözlemimde yanılıyor dahi olabilirdim. Bu gözlemimi de, Cassel hakkında son zamanlarda epey birikmekte olan diğer kuşkularımın yanına ekledim. Cassel artık kapıya vardığına göre kapıyı çalmasını bekledim, nedense bu konuda arsaya yaklaşmakta olduğu kadar tedirgin davranmadı ve kapının hemen önünde yerde bulunan, iki taştan oluşan merdivenden tek adımda yükselerek kapıya doğru ilerledi. Kapıyı iki defa ikişerlik vuruşlurla çaldı. Daha sonra ellerini beline yasladı ve sanki o tedirginliği tekrar üzerine çöktü; beklemekten sıkıldığı bir anda bana döndü ve sanki benden, bu sefer de benim de sıkıldığıma dair bir söz bekleyen bir bakış attı. Ben ise, sadece ona geri bakmakla yetindim. O esnada kapı hızlı bir şekilde açıldı ve kapıyı açan adam bir anda Cassel’i kucaklamak için üzerine çullandı. Ev sahibinin, savaşçı mı büyücü mü olduğu ilk görünüşünden pek belli olmuyordu ama hem sıcak davranışından hem de Cassel’den bile iri vücudu ve damarlarını sergileyen kaslı vücuduyla bu adamın savaşçı olması olasıydı. Adam Cassel’e kısaca bir hal hatır sordu daha sonra da beni incelemek için bana doğru yöneldi. Aramızda bir kol boyu mesafe kalınca, kaslı kolunu uzatarak kalın mı kalın bir sesle “Merhaba Yabancı! Benim adım Tecaesi!” diye kendini tanıttı. “Merhaba!” Ben de kendi elimi uzattım, yabancı olarak nitelendirilmek tuhafıma gitmişti “Benim adım ise Ralph!” “Memnun oldum Ralph,” diye karşılık verdikten sonra tekrar evin kapısına yöneldi ve kapıya vardığında kafası ile evi işaret edip, ekledi “Hadi içeri geçelim” Gözüktüğü üzre Tecaesi sıcak bir insandı, konuksever biriydi. Yine de Cassel ile o kadar da yakın gözükmüyorlardı nedense. Belki de konuşacakları özel bir takım mevzular vardı, ki benim de orada bulunmam sebebiyle bunları konuşamıyor olmaları gayet doğaldı; fakat benim asıl ilgimi çeken şey öylesine geyik muhabbeti yaparken bile aralarında bir seviye olduğuydu. Bunu fark edince aralarındaki yaş farkından doğan bir saygı olabileceğini düşündüm fakat gözüktüğü üzre ikisi de hemen hemen aynı yaşlardaydılar; baska bir deyişle ikisi de benden yaşça büyüktüler. Fakat yine de Cassel, Tecaesi’ye büyük bir saygı
gösteriyordu, her ne kadar bunun neyin sonucu olduğunu kestiremesem de... Tecaesi ile muhabbet etmeye devam ettik, yavaş yavaş akşamüstü bastırdı ve zamanla muhabbet de zoraki bir hal almaya başladı. Ortada anlatılacak, paylaşılacak çok birşey olmadığından, yada kimsenin birşey anlatmak veya paylaşmak istemediğinden olsa gerek ki laflar arası süreler uzamaya başladı, laflar da tabi ki uzayan süre ile birlikte anlamını yitimeye başladı. Artık çok saçma bir hal almıştık; biri bir konuda bir fikir belirtiyor, sonra herkes sessizce uzun uzun birbirine, tavana ve odadaki diğer eşyalara göz gezdirdikten sonra başka biri ona bir o kadar anlamsız, sadece söylenmiş olması için söylenen bir karşılık veriyordu ve bu esnada da herkes içinden artık bu muhabbetin bitmesini diliyordu. O sırada aklıma kısa süre içinde gerçekleşmesi planlanılan av hakkında konuşmak geldi. Ve bu konuyu açmam ile de o sıkıcı muhabbet ortamı bir anda şaşılacak derecede aktif ve ciddi bir hal aldı. Ne zaman yola çıkacağımız, ne kadar sürede varmayı planladığımız, nerelerde kalacağımız, ne kadar erzak taşıyacağımız, kaç kişi ve nasıl yol alacağımız gibi genel hususlar üzerinden geçtik böylece; ertesi gün yola çıkacaktık, yolculuğun bir hafta kadar sürmesi bekleniyordu-çünkü yaratığı arayacaktık-, Tecaesi ve Cassel’in daha önceden geçerken tespit ettikleri bir takım mağara ve benzeri kovuklarda kalacaktık, bir buçuk haftalık erzak alacaktık yanımıza ve yine Tecaesi’nin daha önceden de çalıştığı bir grup ile yola çıkacaktık. Yanımızda gelecek olan grup on bir kişiden oluşuyordu ve on yedi at ile yola çıkacaktık. İki yedek at alma fikri Tecaesi’den çıkmıştı; söylediğine göre atların kaçması yada yaralanması olasıydı. Yolculuk kararları alındığında hava kararmıştı, sıkıcı muhabbetler ise tekrar egemenliğini kurmaya başlamıştı ki ani bir şekilde hem muhabbetler hem de herkesin içini kaplayan o boğulma hissi kesildi; yerine, merak ve korku ile karışık, cezbedici bir heyecan kapladı. Evin kapısı, şiddetle tekmelenmişçesine bir ses çıkararak, fakat ironik bir biçimde bir o kadar yavaşça açıldı. Kapının birkaç metre ötesinde yalnızca gölgesiyle belli olan bir sima, kapı açıldıkça içeriye doğru yaklaşmaya başladı, kapının kirişlerini geçmesiyle birlikte aydınlanan yüzü, bakan birinin kolayca gözlerini uzaklaştıramıyacağı türdendi.
Alnından boncuk boncuk akan terler yanaklarına doğru yol almış, gri cüppesinin omuzlarına ve göğsüne inerek kumaşı iyice koyulaştırmıştı. Yüzü hafifçe kızarmıştı. Hızlı hızlı soluyor, göğüs kafesinin hareketleriyle paralel olarak da azıcık öne eğilip doğruluyordu. Uzun boyluydu ve cüppesinin üzerinden belli olduğu kadarıyla kuvvetli birine benziyordu. Saçları omuzlarının arkasına uzanıyordu; yüz hatlarından yaşı ilerlemiş olduğu anlaşılırken, saçları bu kanının aksine, yalnızca küçük istisnalarla, esmer rengini korumayı başarmıştı. Sakalı yoktu, fakat teni öyle temiz görünüyordu ki köse olduğunu iddaa etmek yerinde olurdu. Dikkatimi çeken bir başka nokta ise sol elinin üzerinde bir takım çiziklerdi, kanamıyorlardı fakat koyu kızıl bir renge sahiptiler; yine de ne olduklarını bir türlü anlayamıyordum. Eline baktıkça başımın dönmeye başladığını fark ettim ve kendimi toparlamak adına bakışlarımı elinden çekip etrafa bakmaya başladım. Yabancı, kuvvetli elleri ile asasını kavramış, büyü malzemelerine ihtiyaç duymadığını belirten cepsiz cüppesiyle odanın havasını değiştirmiş, herkesin aklının bir ucuna bu gösterişli girişini ve görünüşünü kazımayı başarmıştı...
Bölüm IX: Yuitz
Eve ilginç bir girişle gelen bu adam teker teker hepimizi süzdü; özellikle Cassel ve benim üzerimde bir süre bekledi. daha sonra ise yavaşça merdivenlere doğru yürümeye başladı, ne Tecaesi’ye, ne de bize hiçbir söz söylemedi. Tecaesi ve Cassel artık bakmayı kesseler dahi, merdivenleri çıkarken ben onu izlemeye devam ettim; son birkaç basamak kalınca dönüp tekrar bana baktı, gözlerinden beni değerlendirdiği anlaşılıyordu, fakat aynı zamanda bir o kadar da meraktan yoksun bakıyordu. Adamın merdivenleri çıkmasıyla Tecaesi olayı açıklarcasına konuştu: “İşte bu da Yuitz, eski bir dost, güvenilir bir büyücü; bugün yine çalışmalarına kaptırmış olmalı kendini. Yorgun olduğu zamanlar asabi ve çekilmez olabiliyor...” Açıklama daha çok bana yapılmıştı sanki, ben de aklıma takılan herhangi birşeyi sorabileceğimi düşündüm: “Çalışmaları mı? Ne gibi çalışmalar ki bunlar?” “Hmm...” Anlaşılan Tecaesi de büyücüler hakkında pek ilgili değildi “Aslına bakarsan ben de pek iyi bilmiyorum, çalıştığını biliyorum sadece, tahminimce de büyülerini tekrarlıyor olmalı” Açıklama karşısında çok tatmin olmadığımı anladı “Eğer merak ettiysen yarın kendisine sorabilirsin, şimdi direk uyuyacağına bahse girebilirim...” Önerisine sadece kafamı sallayarak karşılık verdim. Sıkıcı muhabbetin tekrar başlamasından başka bir seçenek olmadığından dolayı Cassel yatmayı önerdi, Tecaesi de bunun çok iyi bir fikir olacağını, yarın erken kalkabileceğimizi söyleyerek Cassel’in fikrini destekledi. Bizi yataklarımıza götürmek üzre Tecaesi ayağa kalkıp merdivenleri çıkmaya başladı, Cassel ve ben de onu izledik. Yukarı katta dört adet oda bulunuyordu; odalardan üçü koridorun bir tarafında yanyana, biri ise koridorun ucundaydı, koridorun diğer yanında ise evin aşşağı katına düşmemek için trabzan vardı. Tecaesi bizi merdivenleri çıkınca ilk karşısına çıkan odaya soktu. Odada iki yatak, bir komidin bulunuyordu; anlaşıldığı üzre misafir odası olarak düzenlenilmişti. Odanın bir penceresi vardı ve iki yatağın arasında bulunuyordu. Cassel sağdaki yatağı almak istediğini söyledi, ben de benim için fark
etmeyeceğini söyledim. Böylece akşamı noktalamış olduk. Kısa süre içinde yükselen horlama seslerinden Cassel’in çoktan derin bir şekilde uyuduğu belli oluyordu. Ben ise kolayca uyuyamadım. Ay ışığında, evin hemen yakınlarında bulunduğunu tahmin ettiğim bir ağacın gölgesi odanın kapısının üzerine vuruyor, rüzgarla birlikte ağaç da kımıldadıkça çeşitli şekillere bürünüyordu. Ağacın sallanmasını izledikçe rahatlamaya başladım ve kısa süre içinde uykuya daldım. Sabah uyanınca ilk olarak odanın kapısını gördüm, fakat akşamki gölgenin aksine güneş ile birlikte herhangi bir ağacın gölgesi gözükmüyordu. Bir an kafamı karıştıran bu düşünceyle yataktan kalktım. İlginç bir şekilde, evin yakınlarında herhangi bir ağaç gözükmüyordu; bu da akşam gördüğüm görüntünün hayal olabileceğini aklıma getirdi. Bu şaşkınlık içinde bir başka şey dikkatimi çekti, Cassel benden evvel uyanmış olmalıydı ki şu an yatağı boştu. Odanın kapısını açıp kafamı dışarı uzattım, gözüktüğü üzre aşağı katta kimse yoktu, ayrıca koridorun en ucundaki oda hariç hepsinin kapıları kapalıydı. Sondaki odanın ise kapısı hafif aralıktı. Merak edip odaya doğru ilerledim. Kapısını ittirerek açtığımda aklım biraz daha karıştı; oda bomboştu. Bir odanın boş olması elbette çok doğaldı, fakat ilginç olan gece bu odanın kapısı kapalı iken şimdi aralık olmasıydı; biri yada birileri, odaya girmiş, yada belki sadece kapısını açmış ve arkalarından ya kapıyı açık unutmuş yada bilerek açık bırakmıştı. Diğer odaların kapıları kapalı olduğundan açmak istemedim. Ayrıca bu odalar büyük ihtimalle Tecaesi ve Yuitz tarafından kullanılıyor olmalıydılar. Onun yerine aşşağı kata indim. Mutfak olarak kullanılıyor olabileceğini düşündüğüm odaya girip-bu odanın kapısı yoktu- meyve sepetinden bir Whar kaptım. Tadından anlaşıldığı üzre yerli bir Whar değildi, yada epey uzun süredir burada duruyordu; bir Whardellone yerlisi olarak, meyvanın her halinden anlıyordum. Meyvayı tam bitirmeden evin kapısı açıldı ve içeri Yuitz girdi. Üzerinde beyaz bir cüppe vardı ve cüppenin büyü malzemeleri taşımaya yarayan, içindeki malzemelerle şişmiş cepleri hemen dikkat çekiyordu. Asasını duvara yasladı ve daha sonra, benim de odada bulunduğumu fark ederek, sağ kaşını yukarı kaldırdı ve bana doğru yöneldi. “Günaydın arkadaş,” Epey yaklaştıktan sonra konuşmaya devam etti “Dün
akşam için kusura bakma, biraz yorgundum. Adın nedir?” Epey sıcak bir sesi vardı, ayrıca dostça bir tona sahipti. “Benim adım Ralph.” Diye karşılık verdim “Sen de Yuitz olmalısın, değil mi?” Hafifçe gülümseyerek cevap verdi “Adımı öğrenmişsin bile, neredensin Ralph?” “Whardellone’danım, sen nerelisin?” “Ghoelien adlı bir yerdenim, fakat sanmıyorum ki orayı bilesin; çok az kişi orayı bilir.” Bilmediğimi belli edecek şekilde kafamı salladığını görünce konuyu değiştirdi. “Ne tür bir savaşçısın?” “Aslına bakarsan savaşçı değilim; büyücüyüm, tıpkı senin gibi” Cevabım karşısında beni değerlendirircesine bir süzdü. “Hangi dalı kullanıyorsun, Ralph?” Bu soruyu cevaplamadan önce bir an duraksadım; telepatik büyü kullanıcısı olduğum için beni küçümseyebileceği geldi aklıma, fakat sonra dün akşam onun da cepsiz bir cüppe giydiğini hatırladım ve beni anlayacağını umdum. “Telepatik büyü dalına mensubum.” Cevabım kesin ve tok bir şekilde çıkmıştı. Yuitz’in suratındaki ifadelerden dalım hakkında ilgili olduğu belliydi. “Daha önce hiç asil dal olarak telepatiyi seçen birine rastlamamıştım. Seni yönelten ne oldu?” Bu cevabımın da fazla basit olacağını fark ettim. “Yetenek, ve...” bir an çekinerek devam ettim “...elimdeki olasılıklar çerçevesinde tek seçeneğim.” İkinci sebebin asıl önemli olan olduğunu Yuitz de anında kavramıştı, fakat bununla uğraşmadı. “Doğru bir seçim yapmışsın, evlat. Arzularının peşinden ilerlemeyi seçmişsin, ki bu yola nereden başladığın artık pek önemi yok.” Bir an sessiz kaldı, benim verdiği nasihat üzerinde düşünmemi beklercesine. “Dışarıda yeteneklerini biraz olsun sergileyebilir misin Ralph? Senin gibilerine rastlamak zor oluyor da...” Olumlu cevap verdim, fakat gerçekten ne sergileyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yuitz asasını alıp dışarıdaki çalışma sahasına giden yolda bana öncülük ederken de sürekli düşünmeme rağmen bir türlü yeteneklerimi somut
örneklere nasıl yansıtabileceğimi bulamıyordum. Kısa bir yürüyüşten sonra ağaçların yalnızca sınırlarını belirlediği, halka şeklinde bir bölgeye geldik. Arazi çok geniş olmamasıyla beraber, üzerinde çimden başka hiçbir nesne bulunmuyordu. Yalnızca patika ile geldiğimiz noktanın az biraz solunda kesik bir ağaç gövdesi bulunuyordu. Gövde alçak kesilmişti ve koca halkanın içindeki düzene aykırı tek varlıktı. “Bu arada, sen hangi daldasın?” Beni duyup duymadığından emin olamayıp devam ettim “Dün akşam cepsiz bir cüppe giyiyordun, oysa şimdi üzerinde cepli bir cüppe var; bir daldan fazlasını mı kullanıyorsun?” “Yo, yo...” Devam vermeden önce hafifçe gülümsedi “Benim dalım edebi büyüdür. Telepatik büyü ile ise yalnızca arada bir ilgileniyorum, bir nevi uğraş benim için... “Şimdi, kolay bir şeylerle işe başlayalım.” Etrafına bir bakındıktan sonra konuşmaya devam etti “Şuradaki kalın çalıları görebiliyor musun? Onları buraya, ortaya getir.” Dediğini yapmak üzere çalılıklara döndüm, görüntüyü hafızama kaydedip kendimi zorlamaya başladım. Adeta kendim de yerden sökülüyormuşçasına bir hisle çalıları havaya kaldırdım. İşin zor kısmı şimdi başlıyordu; çalılar havada iken onları yavaşça merkeze doğru kaydırmaya çalıştım. Bir yandan da merkezi ve içinde bulunduğumuz araziyi tüm ayrıntılarıyla hatırlamaya zorluyordum kendimi. Hatırlayabildiğim en net şekilde çalıları havada ilerlettim ve merkeze bıraktım. Gözlerimi açtığımda, başarılı olduğumu gördüm. Fakat o anda aklıma bir soru takıldı. Yuitz benden daha bilge bir büyücü olacağını varsayarak ona bu soruyu sormaya karar verdim. “Yuitz, eğer bir objeyi taşırken, bırakacağın yeri hatırlayamazsan yada yanlış haıtrlarsan ne olur?” Yuitz kısa bir an düşündü. “Yeri hatırlamaman, nesneyi metafizik bir boyuta taşır; bu boyut senin o yeri hatırladığın kadarıyla oluşur. Zira o nesneyi farklı bir boyutta şekillendirecek ve orada tutacak gücün yoksa, o zaman benliğini bir nevi metafizik bir boyutta kaybedersin. Bu dünya üzerinde mutlak ölümün manasına gelir ve sanırım bedenin de kendinle beraber yok olabilir. Bunun hikayeleri etrafta dolaşır evlat, yok olan büyücüler; ne kadarının doğru olduğunu yolu
yürümeden bilemezsin...” “Anlıyorum...” Yuitz’in açıklaması üzerinde düşünmek bile yeterince ürperticiydi. Yine de eğer kendimi başka bir boyuta taşıyabilseydim nasıl bir şey olacağını merak ediyordum. “Büyülerine dönmek gerekirse,” Bana doğru biraz yaklaştı. “Evlat, kendini neden bu kadar gerdiğini anlayamadım.” dedi ve avuç içleri yukarı bakacak şekilde kollarını iki yana açtı. “Bak, şimdi öncelikle...” Bu sözleri, benim için son derece değerli bilgiler ve öğütler izledi. Yuitz uzun bir süre bana nerede yanlış yaptığımı, nasıl daha az enerji harcayabileceğimi, nasıl daha rahat konsantre olabileceğim gibi bazı küçük numaralar öğretti. Bazı taktikler zaten her üç daldaki büyü kullanıcaları tarafından ortak kullanılabiliyormuş; geri kalanlarını ise telepatik büyü ile ilgili arkadaşlarından ve okuduğu bazı kitaplardan öğrenmiş. Mesela, zihni dinçleştirmeyi, hatta acısı yüksek olsa da -eğer uygulanabilirsebazen bayılmaktan kurtulmayı sağlayan, şakakların hemen arkasında bir noktaya ani bir baskı uygulama metodu her çeşit büyücü için geçerli. Oysa, bedenini de büyü ile birlikte kullanmak telepatik büyücüler için bir kolaylık. Öyle ki, mesela bir alev topu fırlatıldığında eğer kollarımızla da bir itme hareketi uygulanırsa, bu hızı, şiddeti, ve kuvveti arttırabilirmiş. İlk başta saçma gelen bu metodun mantığı, fiziksel hareketler ile de bilinç altını uyarmak ve böylece düşünceyi kuvvetlendirebilmekti. Gün sonuna doğru, Tecaesi ve Cassel’in tekrar dönmeleriyle çalışmayı bıraktık; Tecaesi ve Cassel şehre inip yolculuk edeceğimiz paralı askerlerle anlaşmışlar, kapora olarak bir miktar ücret ödemişlerdi. Ben ise pek çok defa baygınlıkla karşı karşıya geldiğim, fakat kendimin uzun çalışmalar sonucu elde edeceğim rahatlık ve keşfedebileceğim noktalar ile eğitilmiştim. Yuitz, sabırlı ve tecrübeli bir öğretmen; kendini ün yada para peşinde kaptırmamış, büyünün avantajşarına göz dikmemiş bir ustaydı. En önemlisi ise, geride bir şeyler bırakmak gerektiğine inanlardandı...
Bölüm X: Kızıl Troll
Konuşulduğu gibi, Tecaesi ve Yuitz’in evine vardığımızın ertesi günü sabah erken saatlerde yola çıktık. Yanımızda, Cassel ve Tecaesi’nin anlaştıkları paralı askerler vardı. Yolculuğun ilk dört gününü ardımızda bırakmıştık. Yolculuk esnasında Yuitz ile birlikte dolaşıyordum. Genel konular hakkında, şehirler hakkında konuşuyor, hatta çoğunlukla Yuitz’i dinliyordum. Mola verdikçe bana bazı numaralar gösteriyordu-en heyecanlısı ise asamı kullanmak ile ilgili bazı taktikler vermesiydi. Kendisi, anlaşıldığı üzre, sopa ile dövüş eğitimi almış biriydi; savuruşları çok narin ve sopaya hakimiyeti kusursuzdu. Yuitz, bu yolculuğa normalde kullanmadığını söylediği bir asasını almıştı. Asa son derece hafifti, anlaşılan değerli bir ağaçtan yapılmıştı, bir asa için bile sertti ve boydan boya siyaha boyanmıştı. Boya asaya mistik bir hava katıyordu. Fakat asanın iki ucunda da beyaz birer şerit bulunuyordu, bu sebeple hangi tarafın üst, hangisinin alt tarafı olduğu anlaşılmıyordu. Yuitz asayı kullanırken de, hangi tarafın üste, hangisinin alta geldiğini umursamıyordu. Yolculuğun ilk dört günü heyecandan uzak geçmişti. Ne bir gobline, ne de çirkin kuzenlerinden birine rastlanmamıştı. Grup içinde muhabbetler zamanın büyük bir kısmını kaplamaya başlamıştı. Grup, vakit ilerledikçe avın verdiği heyecandan soğuyordu. Birkaç geniş kayanın bulunduğu bir bölgede mola vermeye karar verdik. Grup, silahlarını ve erzaklarını bırakarak kayalara oturdu ve en son molada kesilen muhabbetlerine kaldıkları yerden devam etti. Muhabbete başlamyan bir tek ben vardım ki kendi başıma oturmaya başladım; etrafı inceliyor, herkesin yolda iken de yapabileceği şeyi, muhabbet edebilme olanağına sahipken yapıyordum. Uzaktaki bazı çalıların hışırdamasını, kimsenin nerden geldiğini anlayamadığı bir ok izledi. Doğrudan savaşçılardan birinin zırhını delen geçen ok, tüm grubu panik içinde ayağa kaldırdı. Herhangi bir savaş formasyonundan yoksun olan kiralık askerler grubu, avlanmayı bekleyen bir sürü gibi dikilirken, Tecaesi’nin usta yayından fırlayan ok bu kargaşaya geçici bir son verdi. Tecaesi, Cassel’e diğer askerlere iletmesi için birkaç emir verdi, daha sonra yanına iki okçu alarak önden ilerledi. Cassel yakın savaş silahları kullanan askerleri Tecaesi’nin emrettiği şekile sokmaya çalışıyordu-ki bu kimi noktalarda zor oluyordu çünkü az önce içlerinden birini kaybeden askerler bunun ikinci bir defa herhangi başka birinin başına gelebileceğinin farkındaydılar. Yuitz ise tüm
süre boyunca etrafındaki panik ve kargaşaya büyük bir zıtlık çizerek, sessiz, son derece sakin bir edayla molanın başında oturduğu kayadan kıpırdamamıştı. Yavaşça ona yaklaşıp, Tecaesi’yi onun yanında beklemeye başladım; büyük ihtimalle biz en geriden gelecek, yaralılarla ilgilenecek ve yalnızca çok hassas durumlarda savaşa katılacaktık. Bu düşünce bir anlamda moral bozucu ve aşağılayıcı bir nitelik taşıyordu. Yine de, bir nevi ölüme giden bu askerlere oranla çok daha avantajlı bir konumdaydık. Büyücülük, toplum açısından ilginç bir meslek ve sıfattı; insanlar hem küçük görür, önem vermez, laf ederlerdi hem de son derece korkar, yapılanları şaşkın şaşkın izlerlerdi. Tecaesi, yanındaki iki okçuyla beraber kısa süre içinde geri geldi, yeni emirler verdi ve Cassel’in komutanlığını yaptığı grupta son birkaç değişklik yaptı. Daha sonra ilerlememiz gerektiğini söylerek yola koyuldu; onbeş kişi, bizi tam olarak ne beklediğinden habersiz bir biçimde kaderimizi yürüyorduk. O gün önce küçük bir grup goblin ile, sonra da daha geniş bir goblin, orc karışımı bir grup ile çatıştık. İlk çatışmanın başında oklanan savaşçı hariç, korkup kaçmaya çalışan bir mızrakçı da, o sırada arkamızdan yaklaşmakta olan bir goblinin kurbanı oldu. Daha sonraki çatışmada ise, gözü kara bir orc Tecaesi’nin savaş formasyonunu kırarak, son derece seri bir şekilde oluşturulan savaşçı çemberini yarmış, içte, Tecaesi’nin hemen yanında duran bir okçuya kılıcını ucundan kabzasına kadar sokmuşu; tabi daha sonra sinirden gözü dönen Tecaesi, kısa kılıcı ile yaratığın kellesini tek hamlede koparmış, diğer çirkin kuzenlerine doğru fırlatmıştı. Kaybedilen üç kişinin cesetlerini, çalılıkarın arasında rastladığımız çukurlara sermiş, Tecaesi’nin emri ile, toprağa ile gömmeden, yalnızca üzerlerini ölü yapraklar ve kırık ağaç dalları ile örttük. Bu saygıdan yoksun ölüm töreni de, bu avda rastladığım bir başka moral bozucu bir noktaydı; kimse, ölüsünün bir çukurda çalı çırpı ile örtülerek terkedilmesini istemez-hele ortak bir amaç için yoldaşları adına savaşırken öldüyse. İkinci savaştığımız gruptan sağ kalanlar bir mağaraya sığınmışlardı. Mağaranın epey geniş girişinden, birileri yada birşey tarafından bizzat o şekilde kazındığı belli oluyordu. Mağara bir geçitin girişini andırıyordu; Tecaesi ve Cassel de, coğrafik açıdan, mağaranın aslında bir geçit olabileceğini doğruladılar. Ayrıca, söylediklerine göre, şimdiye dek hiç bu mağaraya rastlamamışlar-halbuki
buralarda epey uzun süre gezmişler. Grup, enerji toplamak ve tekrar planlı bir düzene oturmak amacıyla mağaranın içine dalmadı. Onun yerine, girişte yarım saat kadar bekledik ve bu süre zarfında Tecaesi tüm askerleri dolaşıp nerede hata yaptıklarını, aslında nasıl durmaları gerektiğini açıkladı ve daha sonra da tüm askerlere, özel durumlarla karşılaşılırsa ne gibi bir taktik ve yer değişimi uygulayacaklarını izah etti. Tüm grubu hallettikten sonra ben ve Yuitz’e yaklaştı ve bana şimdiye kadar çok iyi olduğumu, mümkün olduğunca savunma büyüsü yapmam gerektiğini söyledi. Yuitz’le ise sadece bakıştılar ve sanırım bu bakış, o an için yeterliydi. Cassel’in bağıra çağıra attığı savaş naraları sonucu heyecanlanan ve istek dolan askerler, ellerinden gelenin en iyisini koymak için hevesle yanıp tutuşarak geniş mağaraya aktılar. Büyücüler olarak biz, bu sefer ortalardan ilerlemeye başladıkyalnız geniş bir araziye ayak basınca tekrar eski formasyona dönecektik. Karşımıza teker teker çıkan goblin ve orcları çoğu zaman okçular, henüz daha yaratık gruba yaklaşamadan hakladılar. Zira, mağarada ilerledikçe, kimi noktalarda üç-beş kişilik gruplarla karşılaşmaya başladık; öyle durumlarda çoğunlukla ön saftaki askerler müdahele ediyor, çok az yara alarak yolu açıyorlardı. Tabi yaralı askerler arkadakilerle yer değiştiriyor, arkada ben ve Yuitz, onları olabildiğince tedavi ediyorduk-Yuitz’in zayıf anatomi bilgisi kimi noktalarda işe yarıyordu, çünkü tecrübesiz askerlerin birkaçı, ters savurmalar yaparak kollarını çıkartmışlardı. Toplamda on beş kadar yaratıkla uğraştıktan sonra mağaranın içinde geniş bir bölmeye vardık. Bölmede, bir ateşin etrafında, on kadar yaratık-goblin ve orcdaha bekliyordu. Bizi duyar duymaz harekete geçtiler ve saldırmaya başladılar; hiçbirinin herhangi bir hazırlık yapmasına gerek yoktu çünkü zaten hepsinin ne kadar savaş yadigarı varsa hepsi üzerlerindeydi. Epey kanlı bir çatışma sonunda, mağarayı haliyle bizden daha etkin kullanan yaratıklar bize bir okçu ve bir savaşçı kaybı daha verdiler. Artık on kişi kalmıştık ve anlaşıldığı üzre paralı askerlerin geri kalanları da hayatta kalıp kalamayacaklarını merak ediyorlardı. Bu durumun farkına varan Tecaesi, askerleri arzulandırmak ve kuvvetlendirmek için, ölen arkadaşları hakkında bir açıklama yaptı: “Ölenlerimiz, ki herbiri savaşarak, onurlarıyla ölmüştür, bizim bu yolulukta
devam etmemiz için ölmüştür. Onlar ki kısa yaşamlarını, tecrübesiz savaş yeteneklerine kurban edenler; size, güçlü olanlara amaç ve rüyalarını teslim etmiş olanlardır. Onların başlatıığını bitirmek, yalnız sizin de bu amacın bir parçası olduğuınuz içi değil, onların elde edemediklerini etmek içindir. Yolunuzdan yılmayın silah kardeşlerim, yılmayın ki bu yüce rüya ölenlerimizin kanlarıyla yücelsin ve herbirinizin refah geleceğini yaratsın. Kudretli ve güçlü olun kardeşlerim! Tanrı’nın lütfu sizinle olsun!” Tecaesi’nin ağzından dökülen sözcükler, korkmuş, endişeli askerlerde bir inanç sarhoşluğu yarattı; öyle ki, o ona şahit olan biri her bir askerin gözünü kırpmadan ölüme yüreyebileceğini söylerdi. Yolun ikiye ayrıldığı noktada kısacık bir mola daha verildi ve Tecaesi ile Cassel grubu ikiye böldü. Cassel, Yuitz, iki okçu ve bir mızrakçı birlikte soldan gideceklerdi; Tecaesi, ben, bir okçu ve iki kılıçlı asker sağdan gidecektik. İki yol, birbirinden ince mi ince bir duvarla ayrılıyordu; tuhaf bir şekilde yollar uzunca bir süre parallel devam etmekteydi. Duvarlar o kadar inceydi ki, Cassel’in grubu ve bizim grup bağırarak birbiriyle anlaşabiliyordu-hatta Cassel duvarı delmeyi denemeyi önerdi, fakat Tecaesi bunu son derece gereksiz buldu ve yola devam edildi.Yolların artık ayrıldığı noktaya gelince diğer grupla iletişim de koptu. En sonunda açık bir araziye varana dek de başka hiçbir düşmana rastlamadık. Açık araziye vardığımızda etrafımız yaşlı ağaçlar ile kaplıydı; ileriyi görmek epey zordu, hele uzaklar, yoğun dallardan dolayı asla gözükmüyordu. Yine de, hemen yakında bir çatışma yaşandığı gelen bağırış seslerinden belliydi; ayrıca ara sıra epey gürültülü tok bir ses yükseliyordu, sanki bir cüce, dev bir çekici tüm gücüyle yere vuruyormuş gibi. Çatışan grubun kim olduğunu öğrenmek amacıyla sesin geldiği yöne doğru ilerledik ve gördüğümüz görüntü karşısında adeta her birimiz büyülendik. Devasa bir yaratık önümüzde yükseliyordu. Teni siyaha çok yakın bir bordoydu, kimi noktalarda parlak kan kırmızısını alıyor, kimi noktalarda ise alacakaranlığın siyahına bürünüyordu. Yaratık görünüşüyle bir Troll’u andırıyordu; fakat yine de bir Troll için bile fazla güçlü duruyordu, kasları parlak renkli derinin altından kendini belli ediyordu. Elinde, bir adam büyüklüğünde başı olan bir çekiç tutuyordu. Basık bir kafatası vardı, tüm vucudunun aksine, yalnızca gıdığında derisi birikmişti, uzun kulakları vardı, burnu neredeyse yok gibiydi ve göz
yuvaları da küçücüktü. Ağaç gövdelerini andıran bacakalarının üzerinde biraz kambur duruyordu. Üzerinde hiçbirşey oyktu, çıplaktı, fakat cinsiyetini ayırt etmek başlı başına bir uzmanlık isterdi. Çirkin olmasına rağmen, büyüklüğü, derisi ve kafa yapısıyla insanı, kendini izlemeye davet ediyordu. Oraya vardığımızda Kızıl Troll, Cassel’in grubuyla savaşıyordu; dev çekici ile yere güçlü darbeler indiriyordu. Fakat Kızıl Troll, saldırılarında çok yavaştı ve zaten yavaşlığı, neredeyse tek zayıf noktasıydı. Cassel, yaratığa yaklaşmaya çalışıyor, fakat çekiçten irkilerek geriliyordu. Bu esnada okçular, Troll’u olabildiğince seri bir ok yağmuruna tutmaya çalışıyorlardı. Henüz kimseyi kaybetmemişlerdi, fakat kendilerini tek bir noktada savunamıyorlardı; ezilmemek için sürekli yer değiştiriyor, bir nevi Troll’le satranç oynuyorlardı. Biz, çatışmaya arkadan yaklaşmıştık, henüz Troll bizi fark etmemişti. Tecaesi, bizimle gelen savaşçılardan birinin kulağına küçük bir görev açıkladı ve adam da bunu gerçekleştirmek adına hevesle Troll’e doğru koşmaya başladı. Ani bir hareketle beline doğru sıçradı ve elindeki kısa hançeri Troll’un beline saplayarak kendini daha da yukarıya çekti. O anda Troll silkinmeye başladı ve kolaylıkla adamı yere uçurdu. Adama kesik bir bakış atan yaratık, çekicini herkesin kulağında yer edecek bir biçimde yere indirerek adamı ezdi. Bu görüntü karşısında afallayan grup, kendileri de bu duruma düşmemek için savaşmaları gerektiğini anlayınca kendine geldi ve savaşmaya devam etti. Bizim grupla gelen okçu da, diğerlerine katıldı. Fakat oklar da pek bir işe yaramıyordu, yaratığa sanki kürdan atıyormuşuz gibi geliyordu-hatta kimileri Troll’un kaslı vücuduna saplanmıyordu bile. Tecaesi bu duruma sinirlendi ve bir ders vermek istercesine kendi yayını kavradı, bir oku özenle yerleştirdi ve yayı gerebildiği kadar gerdi. Tecaesi’nin , göz kırpmasından kısa bir sürede yaratığa ulaşan oku da ne yazık ki Troll’u bir anlığına bekletmekten başka bir etki yaratmadı. Aksine, yaratık sinirlendi ve bize doğru dönerek anlamsızca bağırdı; herkesin panik esnasında unuttuğu bir nokta ise Kızıl Troll’lerin aslında büyü yapabildikleri idi, hatta bunu insanların yaptığı gibi değil de, insana anlamsız gelen, edebi büyünün alfabesinde yer almayan, hayvani bağırış ve çağırışlar eşliğinde yapıyorlardı. Yaratığın avucunun içinde alevlenen bir ateş topu bize doğru yol almaya başlamıştı ki birşeyler yapmam gerektiğinin farkına vardım. Görünütüyü kaydederek, topu havada absorbe etmeyi ve geri yollamayı canlandırdım. Başarılı olmamla beraber yaratığa geri fırlayan ateş topu, yaratığı omuzundan
vurdu. Birkaç adım geri atmak zorunda kalan yaratık, acıdan dolayı sinirle küpürmeye başladı. O anki nefretiyle bir başka kesin vuruş daha yaptı, bu sefer ise, Cassel’in grubundan, yanyana durmuş ve Troll’e ok atmakta olan iki okçuyu daha sonra bakmaya bile büyük cesaret gerektirecek bir hale soktu. Bir başka çekiç darbesini de tam bizim grubun üzerine indirmekte olan Troll sayesinde, o an kaçabileceğimiz tek yer olan, diğer grubun yanına koştuk. Yaratığın yavaş toparlamasından ve çıkan panikten faydalanmayı akıl eden bir savaşçı korkusuzca Troll’e doğru koştu, yaratığın bacaklarının arasına yöneldi ve tam yaklaşınca yaratığın sol ayak bileğine tüm gücüyle bir kılıç darbesi indirdi. Yaratık ise, derisini yalnızca en üst tabakadan, sadece azıcık kanatacak kadar yarabilen savaşçıya bir tekme geçirdi. Savaşçının zırhını dahi büklüm büklüm hale getiren darbenin etkisiyle geri yuvarlanan ve nefesi kesilen savaşçı yattığı yerde soluklanmaya çalıştı. O anda, herkesin gözlerinde bir başka ölümü daha andıracak şekilde, çekiç yükselmeye başladı ve aşağı tüm hızıyla inmeden önce bir anlığına en tepe noktada bekledi; bu bekleyiş her ne kadar bir saniyeden fazla sürmemiş olsa bile, kendine güvenin, gücün ve acımasızlığın en doğal ve hayvani haykırışıydı. Tam o anda Tecaesi askerin yanına var gücüyle koştu ve adamı son derece hızlı bir şekilde kollarına aldı; halbuki bu gayretini, artık kaçmak için çok geç olduğunu anladıktan sonra, ikisini birden ezmek için alçalan çekici seyretmek izledi. Lakin, o anda hiç beklenmedik bir şey oldu: o ana kadar neredeyse herkesin varlığını dahi unuttuğu Yuitz de savaşın içine katılmayı kendine görev bildi. Tecrübeli dudaklarından dökülen sözcüklerle birlikte yaralanmış asker ve Tecaesi’ye yaklaşan, büyüsünün yaratığa vereceği etkiyi heyecanla izlettiren Yuitz, serinkanlılığını asla bozmayarak, iki kolunu da havaya, asasına destek olacak biçimde yükseltti. Asasını yaratığa doğrultmasıyla birlikte, artık zavallı savaşçıları ezmesine yalnızca birkaç an kala, süratle yere inmekte olan çekiç, yaratığın kocaman ellerinden geriye doğru, yükseklere fırladı. Uzun ve ciddi bir şavaş veriyor olmaktan sıkılmış, bir an önce işimizi bitirmek isteyen, birazcık da savaşın bu kadar uzamasının kendi hataları yüzünden olduğunun farkına varmasıyla sinirlenen yaratık, o ana kadar artmış olan nefreti, daha ve daha da artarken, tüm dikkatini, kendine sorun çıkarmakta olan büyücüye yöneltti. Çekicini aramanın ne zahmetine katlanmak isteyen, ne de olayı daha fazla uzatmak isteyen yaratık, zaten başlı başına ölümcül olan dev pençelerini seri bir şekilde kullanabileceğini fark etti. Çekiçten çok daha hızlı bir şekilde
ulaşabileceği en gergin potansiyele ulaşan pençe, hedefini parçalamak adına ona yaklaşırken dahi Yuitz, serinkalılığından en küçük bir taviz dahi vermedi. O anda, onu oradan kurtabilecek tek varlığın yanıbaşımda durmuş olduğunu fark ettim; Cassel, avanak bir biçimde olanları izliyordu. Yeterli sürede oraya ulaşabilecek ve yaratıktan evvel hem kendini hem de Yuitz’i kurtarabilecek yeteneklere sahip olmasından dolayı onun harekete geçmesi beklenirdi. Gözlerimi tarif edilemeyecek bir hızla ona doğru kaydırdım ve nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla-neden olduğunu da ileride uzun uzun sorgulayacaktımona Yuitz’i kurtarması için yakardım. Yakarış ile belki duyguları okşanan iri adam, ileri doğru seri bir adım attı; nitekim o adımı son oldu. İkinci bir defa, içimde adeta tüm evreni yutacakmışçasına yükselen bir korku ve endişe ile ona baktım. Gözlerinde ve yanaklarına doğru yolunu almış hafif gülümsemesinde, bencilliğin, aç gözlülüğün, sadakatsizliğin ve gurursuzluğun, en saf ve en doruk noktada kendini açığa vermesini, bitmek, dinmek bilmeyen bir kaynak gibi akmasını, ve hiçbir insani değeri bulunmayan o kalın bedeni oluşturan-kendi insancıllığını da sorgulatan- ruhunu kaplamasını ve zehirlemesini seyrettim. O anda gerçekten çok daha öte bir kesinlikle, belki kader diye adlandırılan o mantık dışı senaryo, belki içindeki (manevi) zehir dışarıya akmakta olan Cassel’in bedeni, yada bütün bunların kaynağı olan benliği tarafından, Yuitz’in tüm kötü duygulara kurban gidecek sonu hakkında bilgilendirildim-ki o bir bilginlik statüsü işgal ediyorsa-. Saliselerin dakikalara, saniyelerin saatlere dönüştüğü, pençenin gerçeğe kıyasla yavaş mı yavaş yol aldığı o anda Yuitz ile göz göze geldim; ve o bir anda, belki bana tüm ömrü boyunca anlatamayacağı kadar çok şeyi anlatmayı, hissettirmeyi ve açıklamayı başardı. Gözleri, normal birinde asla göremeyeceğiniz türden bir ışıkla parıldarken, sonunda bu dünyayı terk ediyor olduğu için huzurlu, fakat yine de bu dünyaya daha pek çok şey katabilmiş olabileceğinin farkında olarak, heves ve hayal kırıklığını bir anda barındıyordu. Kendi için üzülmüyordu, zira herhangi biri için dahi üzüldüğünü söylemek sadece bir yorumlama çeşidi idi; fakat yine de gözleriyle, asla unutamayacağım bir öğüdü, hafızama gözlerinin son bakışıyla birlikte kazımıştı: Her ne olursa olsun, yol her ne kadar dar, karanlık yada geçilmez bir hal alırsa alsın, yoluma sonuna kadar devam etmeliydim. Bu gerçeklik, aslında doğanın her bir köşesinde mevcuttu. Şövalyelerin bükülmez, tartışılmaz kurallarına daima sadık kalmaları gibi, yada bir akrebin güçsüz olduğuna inandığı yavrularını öldürmesi gibi, yada yeterli seviyeye
ulaşmış, fakat daima daha fazlasını, gerekenden ilerisini isteyen ve araştıran büyücü, simyacı ve tüm bilimcilerde, doğanın bu altın kuralına rastlamak mümkündü. Hatta ve hatta, üzerinde yeterli düşünüldüğünde-ki bu düşünme süreci, düşüncelerinizin yoğunluğu ve sıklığı ile de orantılı idi-, aslında doğanın her bir parçası aynı yolu yürüyor, aynı savaşı veriyordu; tüm evren, kudret, irade, inanç, kararlılık ve sadakat gibi birçok erdem çerçevesinde, “kendi” sınavlarını verebilip, veremeyeceklerinin sınavını veriyorlardı. Bu öyle bir yoldu ki, başka bir deyişle, aslında kimse bahsi geçen, o “kendi” sınavını vermiyordu; zira, herkes kendi yolunu yürümeye yeterli olup olmadıklarını test ediyordu. Epey insan ve diğer yaşam formunun, neden var olduğu, ettiği yolculuklardan hangisinin gerçekten “kendi” yolculuğu olduğu, yada “kendi” yolculuğuyla ne zaman karşılaşacağı konusunda sorduğu soruların cevapları aslında yoktu; çünkü kimse “kendi” yolculuğunu tadamıyor, yada bunun ne olduğuna dair en küçük bir fikir edinemiyordu. Olayı çok basit standartlara indirgediğinizde, yaptığınız yolculuklar ve verdiğiniz sınavlar-size gerçekten sizin “kendi” yolcuğunuz yada sınavınız gibi gelse de- aslında uzanıp önünüzde duran kutuyu açıp açamayacağınızın sınavıydı; kimse, o kutunun içinde ne olduğunu asla öğrenemiyordu, zira herkes için bir kutu olup olmadığı da, yada (eğer ki varsa) içindekilerin herkes için farklı olup olmadığı da öğrenilemiyordu, çünkü herkes aslında o kutuyu açmayı değil, kutuyu açabilip açamayacağının cevabını arıyordu. Bilginlerin dahi, “kendi” yolları olduklarını iddaa ettikleri yolları yürüyüp bir cevap bulamamalarının nedeni aslında burada, işin en başında yatıyordu. O anda, Yuitz’in ölümüne artık neredeyse hiçbir zaman kalmadığını hatırlayarak, içinde bulunduğum bu anı bir lastik gibi istediğim kadar uzatabileceğimi fark ettim. Az evvel bana verdiği öğüdü ve bunun yaşama uygulanışını sorguladığım ve aklımda tanımladığım esnada olduğu gibi, sonsuza dek Yuitz’in sessiz ve sakin ölümünü beklediği şu nice anı yaşayabilirdim-ve bu sadece bir arzuyu belirtmiyordu, gerçekten de içinde bulunmakta olduğum an, zamanı istediğim kadar uzun süre için durdurabildiğim ender anlardan biriydi-. Yuitz’in ölmesine henüz izin vermediğim ve içinde sonsuzluğu yaşamaya başladığım, gerçek zaman diliminde bir bütünlük ifade eden o anda, düşünmeye devam ettim. Düşünmeye uygun ne kadar çok şey varsa düşündüm; ve henüz herşeyi düşünemeden fark ettim ki, dünyada ve “gerçek” olarak kabul ettiğimiz ve adlandırdığımız evren ve diğer tüm bütünlüklerde, aslında “düşünmek” için yeterli bir zaman yok. Çünkü düşünmek öyle bir sanat, öyle bir büyüydü ki, içinde zamanı donuk tuttuğum o sonsuzluğu, baştan sona kaplamaya yetecek tek
etkileşimdi. Düşündükçe ve düşündükçe, Yuitz’in beden ve ruh olarak aslında bana, onunla tanıştığım ve geçirdiğim kısa zaman diliminde çok bir değer vaad edememesine rağmen, tanıdığım, şahit olduğum yada sadece duyduğum hiçbir kişi yada olayın, bana Yuitz’in kattığı kadar çok şey kattığını söyleyemezdim. Ve sonsuzluğu yaşarken fark ettim ki, Yuitz bana bir nevi akıl hocası, kendimi ve tüm varlığı sorgulamam için beni tetikleyecek bir nokta olmuştu. Çünkü o, varlığı ve vaad ettikleri ile küçük ve değersiz, zira peşinden, benim üzerine kurmam için oluşmasına olanak sağladığı platform için paha biçilmez bir varlıktı. Ve onu kaybettiğim o zaman diliminde, ve ardından çağrışan zamanın onca diğer bölümünde de karşılaştığım üzre, o benim için değersiz ve tek idi, ve kesinlikle ve kesinlikle paha biçilemez bir noktacıktan öte değildi; onu hep anımsadım, ve ona hep saygı duydum-hem önemsizliği hemde değeri için-, beni kendi varlığımı bulmaya yönelten, ve onun varlığının da yolculuğunu değerlendirmeme yol açan kişiliğiyle, onu daima hatırladım ve özledim...
Bölüm XI: Léon ve Minarious Dağı
Orada, savaşın ortasında, daha sonra daima hatırlayacağım kişinin sonuna tanık olmanın verdiği korkuyu tattım. Cassel’in adi bir şekilde, Yuitz’e yardım etmemesi ve onu ölüme terk etmesi kelimelere sığdırılacak bir bencillik değildi. Cassel’in aklından geçenleri tahmin edebiliyordum; kişi başına düşecek parayı arttırabilmek adına, yakın arkadaşının eski bir dostunu feda ediyordu. Belki de bir sonraki kurbanları bendim, bunu asla kestiremezdim, ve bu sebeple de Cassel’in çıkarları ile -dolaylı yoldan bile- etkileşimde olmak bir tehlike teşkil ediyordu. Her an, açgözlünün teki tarafından öldürülme korkusuyla yaşayacak olmanın düşüncesi bile yeterince stres yaratıyordu. O anda aklıma gelen, ve gerçekten -bir anlamda- ilginç olan bir sorunun, cevabını bulacak kadar orada kalmayacağım için üzüldüm denebilir; Cassel, yada Tecaesi, ben ve diğer askerlerden de bir şekilde kurtulsalar dahi, acaba ilk önce hangisi, diğerini öldürmeye çalışırdı? Yuitz’in ölümü mü yoksa Cassel’in bu konudaki iğrenç çıkarları mı beni daha kötü hissettirdiğini düşündüğüm o anda artık oraya ait olmadığımı fark ettim. Yolculukları onlara kalabilirdi, ganimetler onlara kalabilirdi, şan, şöhret, ve daha başka neler onları bekliyorsa hepsi kendilerinin olabilirdi. Artık hiçbirini istemediğimi fark ettim; benim yolum, o anda üzerinde bulunduğum noktadan itaberen onların serüveni ile ayrılıyordu. Bu işe, merak ve deneyim peşinde katılmıştım; şimdi ise, artık merak uyandıracak bir tarafı kalmamış deneyimlerimle, istediğimi almış ve fazlasına şahit olmuştum. Yuitz, yaratığın önünde, Tecaesi ve Tecaesi’nin kollarındaki askerin de yanında durduğu, Troll’un tüm dikkatini üzerine çektiği ve daha sonra Troll’un saldırısını sakince beklediği sıralarda ilginç olan, başka bir deyişle doğaya aykırı olan hiçbir şeye rastlanmadı. Zira, tam yaratığın sivri ve ölümcül pençeleri Yuitz’i yutmak ve ölüme yollamak üzereyken, o ana kadar daha önce hiç şahit olmadığım bir olay yaşandı. Cassel’den umutsuzca yardım beklerken dahi ağzı boş durmayan ve büyülü sözler okumaya devam eden Yuitz, yaratığın pençesi ona yaklaştıkça önce etrafında birkaç minik ışık küresi oluşturdu, daha sonra sayısı biraz küreler tarafından sarmalanmaya başladı, ve pençe ile arasında yalnızca yarım metre kadar kalınca, ışık küreleriyle birlikte milyonlarca kum parçaçığına ayrıldı ve o anda -yine kendi yaratımı olan- bir rüzgar tarafından uzaklara taşınmaya başladı. Yuitz, yalnızca kendi ölümünü, kendi ellerinden mi yapmak istedi, kendini
dünya üzerinde bir başka yere mi taşıdı, yoksa apayrı, dinlerde, insanların inanç ve fikirlerinde yer almayan bir sona mı ulaştı asla öğrenemeyeceğimi biliyordum; oysa içimdeki bir his, nasıl, ne zaman, nerede olduğunu belirtmeden onunla tekrar karşılaşacağımı haykırıyordu. Avını avucunun içinden kaçırmış olan yaratık ise, duruma hem şaşırmış, hem de sinirlenmiş gözüküyordu. Fakat bir an için avucunu açıp, içine baktıktan sonra yaratık tuhaf bir şekillere girmeye başladı; öne, arkaya sendeledi, ellerini boğazına doladı ve, boğuluyormuşçasına, kendini kurtarmaya çalıştı, daha sonra da ellerini karnına indirerek, sanki içindeki bir acı ile kavruluyormuşçasına tepinmeye başladı. Troll’e her ne oldu ise, onun da bir şekilde Yuitz ile bağlantılı olduğu apaçık ortadaydı; zaten, o anda orada bulunan kimsenin, böyle bir şey yapmaya ne gücü, ne cesareti ne de yeteneği vardı. Yaratık kısa bir süre için daha debelendikten sonra dizleri üzerine çöktü ve arkasına doğru, sırtüstü devrildi. Askerlerin bir kısmı, son derece cahil ve akılsızca bir şekilde, öldüğünden emin olmak için yakınına gidip incelemeye başladı. Bu konu kesinlik kazanınca da Tecaesi, yaratığın kellesini Cassel’e kestirtti ve bunu, yanlarında getirdikleri birkaç dev parça beze sardılar, sonra da büyük bir kutunun içine yerleştirdiler. Troll’un ölümü ile duyularını fark etmeyecek ölçüde sarhoş olmuş olmayan bir ben kalmıştım. Diğer tüm askerler kelle etrafında toplanmış, yaratığın kalbinin sökülüp sökülmemesi konusunda Cassel ve Tecaesi’yi dinlerken, ben de aklımı çelen bir başka sorunun cevabını öğrenmek adına harekete geçtim; yaratığın elinde, onu ölüme taşıyacak kadar etkileyici ne vardı acaba? Dev cesedin yanına gidip, yaratığın Yuitz’e savurduğu sol koluna tırmandım. Avucuna doğru ilerledim ve beni baştan aşağı buz kesen bir görüntüyle daha karşılaştım; yaratığın vücudunun diğer kısımlarına rağmen, açık bir renge sahip avucunun içinde üç tane paralel çizik bulunuyordu, çizikler yeni iyileşmeye başlamış bir yara gibi derin ve kızıldılar. Çiziklerin hemen etrafında ise, siyah çevresi kalın mı kalın, içi hafif koyu bir kırmızı bir halka, çevresinde yükselen alev izleriyle kendini belli ediyordu... *** Yorgun, ve amacına ulaştığı için keyifli olan grup, o akşam, yaratığı öldürdüğü yerin yalnızca az gerisinde kamp kurdu. Akşam, cömert bir şekilde yemekleri
dağıtan Tecaesi ve Cassel’e iğrenmeden bakamıyordum. Tüm akşam sessiz ve düşünceli olmama rağmen, gruptan kimse herhangi bir şeyden şüphelenmemişti. Planımı iyi yapmış ve kaçışımı sessizce yürütmüştüm; zaten sürekli hazır olan ve atın eğerinin yalnızca çeyreğini kaplayan eşyalarımı atıma yüklemiş, herkes uyuduktan sonra olabilecek en sessiz şekilde ata atlamış ve oradan uzaklaşmıştım. Fark etmiş olsalardı bile, askerler, bir bildiğimin olduğunu da gittiğimi sanarlardı, Tecaesi ve Cassel ise, ganimetten en küçük bir pay almadan ayrıldığım için son derece memnun olurlardı. Atın sırtında gece yolculuğum zevkli geçiyordu. Gündüze oranla hafif serin olan gece, rahatlatıcı bir havaya sahipti. Ayrıca tamamen ıssız ve sakin olması nedeniyle de, rahat bir yolculuk sunuyordu. Ne yazık ki, tam bunları -özellikle “ıssız” olduğunu- düşünürken, uykusuzluk ve gün içinde yaşadığım büyük şokun birlikte etkisiyle nereden geldiğini, ne yaptığını yada kime ait olduğunu anlayamadığım bir hışırtı sesiyle irkildim ve hemen ardından gelen sert mi sert bir darbeyle, uzun süredir uyumadığım kadar uzun sürmüş gibi gelecek, ama ona rağmen yorgunluğumu yalnızca azıcık giderecek bir uykuya, “baygınlık” kavramı ile zoraki bir giriş yaptım... Gözlerimi tekrar açtığımda kendimi hücreye benzer bir odada buldum. Kendime gelip de odayı şöyle bir gözlemleyince, gerçekten de bir hapis hücresinde bulunduğumu fark ettim. Hücrede, o anda benim de bir tanesinin üzerinde oturmakta olduğum, toplamda iki tane yatak vardı. Başka hiçbir obje bulunmayan hücre, son derece çıplak gözükecek biçimde genişti. Parmaklıklar kalın kalın yapılmış, bir hücre kapısı olmasına rağmen basit cüce dekorlarıyla süslenmişti. Hücrenin duvarları kalın, geniş kaya bloklarından oluşuyordu; hücrenin yerin altında olması doğaldı çünkü hiçbir pencere yoktu ve aydınlık, koridorun, hücreden bakıldığında gözükmeyen bir bölümünden geliyordu. Hücrede yalnızdım ve görünüşe göre yapacak hiçbir şey yoktu. O sırada kısacık boylu bir gardiyan başka bir adamı hücrenin içine tıktı ve kapıyı kitleyip ayrıldı. Ancak kapıyı kitlerken fark edebildim ki gardiyan aslında kısa boylu bir insan değil, bir cüceydi; yine de, gardiyanın, normalde tüm cücelerdeki gibi uzun mu uzun bir sakalı yoktu ve bu da onu ırkının genel görünüşünden biraz farklı gösteriyordu. İçeri gelen yeni mahkum, aşağı yukarı benim yaşlarımda, belki, yaşça, benden biraz daha büyük biriydi. Yüz hatları, hücrenin karanlığı yüzünden belli
olmuyordu. Fiziksel olarak benden birazcık güçsüz duruyordu; gerçi boyu daha uzun gözükmesine rağmen, vücudu ince ve narin görünüyordu. Üzerinde, pislenmiş, gri bir pantolon ve gri bir uzunkollu vardı. Hücrenin diğer yatağına oturdu ve beni incelemeye başladı. Konuşmayı başlatan da o oldu: “Merhaba, benim adım Léon. Seninki nedir?” Sesi epey inceydi, bir erkekte zor rastlanılacak türde; o anda aklıma, aslında bir kız olabileceği geldi. Sanki benim aklımdaki soruyu duymuş da bunu yanıtlamak istercesine hafifçe öne doğru eğildi ve koridordan gelen ışıkların yüzünü aydınlatmasına izin verdi. Son derece pürüzsüz ve narin bir bayan yüzü bana bakıyordu. Bir an için, adı ve yüz hatları değerlendirilince, Léon’un bir elf olabilceğeni fark ettim. Gerçi hayatımda hiç elf görmediğim için, Léon’un bir elf olup olmadığını asla kesinlikle kestiremezdim, ama bir elf ise, bir insana sıcak davranması son derece takdir edilecek bir davranıştı. Irkının geri kalanı gibi aşağılayıcı ve kendini beğenmiş olmadığı için minnettar bir şekilde “Ralph, Ralph Rhystrea” dedim ve ekledim “Pardon ama, acaba....” oturduğum yerde biraz eğilerek ilğilendiğimi belli etmeye çalıştım “...acaba bir elf misiniz?” Yüzüne küçük bir gülümseme yerleşti; insanları etkilemek, heralde tüm elflerin kolayca başardığı bir eğlence olmalıydı. Nazik bir şekilde cevapladı: “Evet, bir elfim, genç Ralph Hysteric.” O anda aklıma bu elf kadının aslında yüzlerce yıl yaşında olabileceği aklıma geldi; elfler milyonlarca yıl yaşarlardı, hatta ölümsüz oldukları bile söylenirdi, oysa ben, basit, kısa bir yaşamı olan insan ırkından geliyordum. Zaten elflerin bizi küçük görmeleri de bu noktadan doğuyordu; kısa yaşamlarımızı, panik içinde, yeterince düşünmeden, son derece hızlı bir şekilde yaşadığımızı düşünüyorlardı. Léon, ince sesiyle devam etti: “Peki niye buradasın, Ralph?” Bunun cevabını ben de bilmiyordum, zira nerede olduğumu, zamanın kaç olduğunu, nasıl geldiğimi bilmiyordum. “Bilmiyorum” dedim, bu cevabın Léon’u tatmin etmeyeceğini kestirerek, ve ekledim “En son hatırladığım, gece yolculuğu yapıyordum ve bazı hışırtılar duydum ve sert bir darbe aldım; bayılış olmalıydım. Şimdi ise buradayım, seni içeri getirmelerinden yalnızca birkaç dakika önce uynadım ve hiçbirşeyi bilmiyorum. Neredeyiz?” Kadın, cevabı anlarcasına başını salladı. “Ben de benzer pusulara az kurban
düşmedim; belli ki sana da aynısı olmuş. Şu an Minarious Dağı’ndayız, en yakın şehir olan Palsen’in bir hafta kuzeyindeyiz(bir haftalık yol kadar kuzeyindeyiz). Dağ cücelerinin ellerinde esiriz, ve çabuk buradan çıkmazsak, dış dünya ile tüm bilgilerini yakaladıkları gezginlere işkence ederek öğrenen bu sarhoş, yerden bitmelerin oyuncağı olacağız.” Léon’un zamanlama kendini tutamaması ve aşağılamaya başlaması fark ediliyordu, ne de olsa bi elfti. “Bu arada, sanırım nasıl kaçacağımız konusunda da bir bilgin yok?” “Hayır, kaçmama yardımcı olursan çok sevinirim.” “Seni burada bırakacak değilim ya; sonra ardımdan nereye gittiğimi, nasıl gittiğimi bir güzel anlattırsınlar sana. Evet, benimle gelebilirsin; gece yarısı kaçmak epey mantıklı olur, çünkü geceyi az geçtikten sonra tüm sarhoş cüceler uyumaya başlar-nöbet tutanlar bile.” “Peki nasıl kaçacağız?” “Şimdi,” Gözlerini tavana dikip birazcık düşündü “...ilk önce bu odadan kurtulmalıyız, ki bunun için büyümü kullanamam çünkü yanımdaki tüm malzemelerimi aldılar. Bu arada bir büyücü olduğumu tahmin etmişsindir heralde?” Sorusunun cevabı gayet basitti, zaten tüm elfler, kimisi az kimisi çok, en azından biraz olsun büyü biliyordu; bu adeta onların kanlarında geziyordu. Yalnız, Léon’un büyü malzemelerinden bahsetmesiyle birlikte, ben de o ana kadar kontrol etmediğim üstümü kolaçan ettim ve benim de tüm eşyalarımın alındığının farkına vardım. Yine de, benim gücüm herhangi bir somut kaynağa ihtiyaç duymuyordu, ve bunu -büyük ihtimalle- kapı üzerinde kullabilirdim. “Kapıyı ben hallederim” dedim “Peki sonra ne yapacağız?” Kapıyı benim nasıl halledeceğim konusunda biraz kuşkulu duran Léon, büyük ihtimalle kapıyı kas gücümle açacağımı sanmıştı. “Daha sonra” diye devam etti “Koridordan aşağı doğru yürüyeceğiz çünkü sanırım ki mağaranın girişi orada ve eserlerin üzerinden çıkan ganimetler de orada bir köşeye yığılıyor. Neyse, eşyalarımızı alıp kapıdan kaçacağız ve bu da böyle bitmiş olacak.” “Bu kadar basit olacağına sevindim,” diye cevapladım “...yalnız herşeyin planladığımızı gibi yürüyeceğinden emin misin?” “Tabi ki, bir sorun olacağını sanmıyorum. Hem ayrıca ilk defa cücelere esir düşmüyorum. Şimdi izin verirsen, biraz dinlenmek istiyorum...” Léon, yatağına
uzandı ve epey rahatsız bir şekilde uyumaya çalıştı. Ben ise zaten uzun süredir uyumakta olduğum için pek dinlenme ihtiyacı duymadım ve yatağın üzerinde öyle oturarak, sakin bir şekilde beklemeye başladım. Kısa süre içinde düşüncelerim ve hatıralarım ile öyle meşgul olmuştum ki, beklemek kısa bile gelebilirdi... *** Léon, çok fazla uyumadan uyanmıştı ve uzun süredir genel şeyler hakkında muhabbet ediyorduk. Zamanın uygun olup olmadığından emin olmak için yatağından doğruldu, kapıya yaklaştı ve başını parmaklıklar arasından uzatarak bir fikir sahibi olmaya çalıştı. Uzun süre ne bir görüntü değişmeyince, ne de bir ses duymayınca, zamanın harekete geçmeye uygun olduğunu bildirdi. Kapıyı doğru yaklaştım, ve Léon, her nasıl yapacaksam kapıyı açmamı beklercesine biraz geriye çekildi. Elimi bir kapı kulbuna uzatırcasına kilidin bulunduğu yere doğru uzattım, dokunmadan, görüntüyü hafızama yerleştirdim ve aklımda, kapının kilidini açarak kapıyı ileri doğru ittirdim. Kapının yağsız menteşelerinden gelen ses ile irkilerek gözlerimi açtım ve kapının ileri doğru açılmakta olduğunu fark ettim. Dışarı adım atmadan, Léon takdir edercesine “İlginç,” dedi “...daha önce bir telepati büyü kullanıcısına rastlamamıştım” Ona gülümsedim ve “Ben de daha önce bir elf görmemiştim;” dedim “...ama bir büyücü olduğumu tahmin etmişsindir heralde” diye de ekledim. Koridora çıkınca iki tarafı da kolaçan ettik ve hafif eğimli olan koridorda aşağı doğru yürümeye başladık. Kısa bir yürüyüşten sonra, hücrelere azıcık yansıyan ışık kaynağını görebildik; kalın, uzun boylu bir tahta meşale. Meşalenin durduğu noktanın az ilerisinde koridor genişliyordu. Orada, meşalenin bulunduğu -koridordan inerken sol tarafta kalan- duvara yaslanmış bir sandalyenin üzerinde koca göbekli bir cüce uyuyordu. Cücenin beline asılmış, hepsi birbirine benzeyen onlarca anahtar vardı. Cüce derin bir şekilde uyuyordu ve arada at kişnemesi gibi sesler çıkarıyordu. Cücenin otruduğun yerin karşısında ise, tıpkı Léon’un bahsettiği gibi,
ganimetlerin durduğu bir yığın vardı. Yığının üstüne atılmış, daha sonra yere yuvarlanmış eşyaların arasında sırt çantam ve diğer çantam vardı. Asam ise, aslında Yuitz’in asası idi- duvara yaslanmıştı. Léon da yerde vuran birkaç minik, deri, büyü çantasını gösteretek, kendi çantaları olduğunu belirtti. Parmak uçlarımızda yürüyerek eşyalarımızı aldık, fakat ben yanımda iki çantayı birden taşıyamazdım, içinde yemek bulunan çantadan bir miktar yemeği çıkardım ve sırt çantama koydum. O sırada, ganimetlerin arasında belki ilginç yada değerli birkaç eşya bulabileceğimi fark ettim ve tam oraya yöneliyordum ki Léon beni kolumdan tutarak çekti. “Çabuk!” dedi panik içinde “Birileri aşağı geliyor, gardiyan olmalı! Haydi!” Dışarıya açılan kapıya bir an önce varmak için, sessiz birr şekilde, en hızlı biçimde aşağı inmeye başladık. Kapıya ulaşınca hayal kırıklığına uğradık-kapı kapalıydı. Kapı, hücrelerdeki parmaklıkları andıracak biçimdeydi, yalnız her bir sütun, biraz daha kalındı. Bunu da Léon kendi halledebileceğini söyledi ve küçük asası ile havada şekiller çizmeye başladı, kısa sürede şekli bitirdi ve özellikle ortadaki birkaç sütunun üzerine, az evvel kavuştuğu çantalarından birinin içinden çıkardığı bir tozu fırlattı. Toz parmaklıklara yapıştı ve son derec kuvvetli bir asit gibi, parmaklıkları eritmeye başladı. Fakat bu esnada epey de ses çıkarmaya başladı ve yavaş eriyen parmaklıkların henüz yarısına gelmeden bekçi cüce uyandı. Cüce lisanında birşeyler bağıran bekçi, tüm mağarayı harekete geçirmiş olmalıydı. Derhal cücenin üstüne atıldım ve bir mızrak gibi cüceyi deşmesi için büyüme başvurduğum asamı cüceye sapladım. Asayı geri çıkardığımdan gerçekten de cücenin deşilmiş bağırsaklarından kanlar akmaya başladı ve çaresiz bir biçimde, acı içinde yere yığıldı. O sırada, bekçinin uyarısıyla grup halinde gelen birkaç gardiyanı durdurmak için ise Léon’dan yardım istedim. Léon, hızlı bir şekilde, tam gardiyanların yollarının önüne bir alev duvarı çekti. Buna odaklanarak alevleri olabildiğince azdırmayı ve yükseltmeyi denedim; duvar kısa sürede tavana ulaşmıştı ve alevlerin arasından diğer tarafı görmek dahi mümkün değildi. Yine de, gelen bağırışmalardan anladığım kadarıyla cüceler farklı bir çözüm üretmeye çalışıyorlardı.
O sırada kapının birkaç parmaklığı tamamen eridi ve geçilecek bir boşluk yarattı. Léon önce benim geçmemi sağladı. Kendim hızlı bir şekilde geçtim ve ona, geçerken yardımcı olmak için tekrar kapıya doğru döndüm. Epey güç kaybeden ve artık yalnızca birkaç alev tohumundan oluşan alev duvarı, gardiyanlara daha fazla bir engel teşkil etmedi. Bunu fark eden, ve savaşmak zorunda olduğuna karar veren Léon benim gitmem için ısrar etti. Tam yaratıklar yaklaşmadan ise bana, normalde hiçbir elfin yapmayacağı bir iyilik yaptı. “Senin kendi yolunu yürüdüğünü biliyorum Ralph,” diye başladı. “Aslında senin de duymuş olabileceğin üzre, kuzeyde benim ırkımın vatanı var, ve aslında yurdumuzun tam güneyinde bir kasaba var. Buraya çok yakın, birkaç günlük yürüme mesafesinde. Buradan kuzeydoğuya gidersen çabucak varırsın. Oraya git Ralph, orada güvende olursun...” “Peki oranın adı nedir?” Panik içinde sorduğum soru, Léon’un yaşamının o değerli son saniyelerini harcıyordu. “Ghoelien...” Bu son sözüyle birlikte Léon’u orada savaşmaya bıraktım ve söylediği yere doğru koşmaya başladım. Mesafemi biraz açınca ardımdan gelen yoğun ışık süzmesini fark ettim ve geriye bakınca, mağarının girişinden geldiğini gördüm. Öyle bir ışık süzmesi ki, tam kapının önünden, Léon’un durduğu yerden yükseliyordu ve söndüğü anda, bir patlama gibi, etrafındaki tüm gardiyanları, büyük ihtimalle öldürecek kadar kuvvetli bir biçimde- etraftaki duvarlara doğru uçurdu. Nitekim, ışık süzmesi söndüğünde ortada Léon da yoktu. Léon hakkında hafızamdaki son şey, bu görüntüydü...
Bölüm XII: Ghoelien
Tıpkı Léon’un söylediği gibi, birkaç günlük bir yürüyüş sonunda Ghoelien adlı kasabaya vardım. Kasaba, epey küçük bir yerdi. Orada, elliden fazla insan yaşamıyor gibiydi. Yine de, o kadar az kişinin bir kasaba kurması zor bir şeydi. Herhalde, nesillerdir süregelen bir birikim söz konusuydu. Kasabada bir han buldum ve oraya yerleştim. Çantamda kalan son paraları da han sahibine ödüyordum. Orada birkaç gün bulundum ve bir haftanın sonunda, oradan hiç ayrılmak istemediğimi fark ettim. Orada, bir çeşmenin başında, Daresa adlı bir bayanla tanıştım. Benim yaşlarımda, uzun kumral saçlara sahip, biraz kısa boylu, ince bir kızdı. Anlam veremediğim bir nedenle, ilk gördüğüm andan beri, ne zamanla onunla konuşsam kalbim heyecanla çarpıyordu. Bir marangozun kızıydı, annesini küçük yaşta kaybetmişti; ev işleriyle ilgileniyor, yemeği o hazırlıyordu. Daresa da benden hoşlanmış olmalıydı ki bana karşı son derece sıcak ve yakın davranıyordu. Son paramla aldığım bir kolyeyi ona hediye ettiğimde, ki bu ilk haftanın sonunda gerçekleşmişti, beni kendi evinde kalmaya davet etmişti. Babasının tepkisinden kormama rağmen, yine de hayır diyememiştim. Babası ise, beklentimin aksine, kızının mutlu olmasından, kendi de mutlu oluyordu. Babası, gün içinde atölyesinde olduğundan dolayı, ben tüm günümü Daresa ile birlikte geçiriyordum. Ona yardımcı oluyor, arkadaşlık ediyordum. Daha sonra babasına da yardımcı olmaya başladım. Odun kesmesine, taşımasına yardımcı oluyor, atölyede çıraklık yapıyordum. Bir anlamda, hep aradığı fakat sahip olmadığı oğlunu oynuyordum. Kısa sürede babası da bana alışmış, beni sevmeye başlamıştı. Böylece haftalar haftaları kovaladı ve ne kadar geçtiğini bilemeden orada, Ghoelien adlı o küçük kasabada yaşamımı sürdürdüm. Hiç olmadığım kadarıyla mutluydum, kendimi evimde hissediyordum ve asla ama asla ayrılmak istemiyordum. Fakat bir gün, yolculuğum tekrar aklıma geldi. Onu bitirmek adına, kendime ve Yuitz’e verdiğim sözü hatırladım. Bu, tabi ki yeni yaşamımı ciddi biçimde etkiledi. Yeni yaşamımdan çok memnundum ve ayrılmak istemiyordum. Bütün mutluluğum, yolculuğumu hatırlamamla birlikte yok oldu gitti. Yeni yaşamıma, herkes son derece alışmıştı. Eğer ayrılacak olsam, sadece Daresa ve babası değil, kasabada beni tanıyan ve bir parçaları olarak kabul eden diğer
insanlar da yokluğumu fark edeceklerdi. Bunca süre boyunca bu huzurdan mahrum kalıp da, şimdi, tam onu tatmaya başlamışken ve sonunda herşeyin yolunu bulduğunu sanmışken, ondan vazgeçmek zorunda olduğumu bilmek sinir bozucuydu. Yaşamımın ne kadar iğrenç olduğuna dair yakındım durdum; benden hep esirgediği şeyi, tattırıyor ve önümden çekiyordu. Tıpkı bir oyuncak gibi oynuyordu benimle ve hislerimle. Ayrılmam gerektiğinin bilinci tüm zevkimi çürüttüğünde, artık ayrılıp da kurtulmanın en mantıklı şey olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü, bilip de ayrılmamak, zehirli bir okla yaşamak gibiydi. Orada bulundukça, ne o eski huzurun tadını alabiliyordum, ne de başkalarının bunu yaşamasını sağlayabiliyordum. Kesilmesi gereken bir uzuv gibi yaşıyordum. Mutsuzluğum ve rahatsızlığımla, başkalarının da rahatını bozmadan durumu Daresa’ya ve babasına açıkladım. Onlara, kendilerini ne kadar çok sevdiğimi açıklamaya çalıştım-mümkün olduğu ölçüde. Yine de yolculuğa çıkmam gerektiğini, fakat sonra mutlaka geri döneceğimi ve onlarla kaldığım yerden herşeye devam edeceğimi açıklamaya çalıştım. Yaşamıma, kaderime, ve dünyanın adaletsizliğine tüm nefretimi kusarak Ghoelien’i terk etmek zorunda kaldım. Ghoelien’e varmadan önce aklımdaki tek hedef, şimdi huzurumu kaçıran tek engel olmuştu. Ve bu yüzden, ondan da Ghoelien’e varıncaya dek, yaşamak ve savaşmak için tek arzumdan, tek hedefimden de-, edebileceğim kadar nefret ettim...
Bölüm XIII: Ectsha Dağı
Ghoelien’den ayrıldığımdan beri kuzeye gidiyordum. Yolculuk da artık son derece sıkıcı bir hal almıştı. Her mola verdiğimde Daresa ve mutlu günlerimi hatıladığımdan dolayı mola vermemeye başlamıştım. Akşamları da gündüzleri de sıcak olan bu bölgede herhangi bir battaniyeye ihtiyaç duyulmadığı için, kıyafet değiştirmeden, uyurken örtünmeden yolculuğa devam ediyordum. Kısa süre içinde, düzenimi kaybettim. Zevklerim ve hatıralarım tarafından yoldan alıkoyulmamak üzere, hiç durmadan yol almaya başladım. Uykuya karşı koyamadığım kadar yoruluncaya dek yürüyordum, daha sonra ise, ister gündüz ister öğlen, ister akşam, ister gece ne zaman bayılacak kadar yorgun olursam, bedenimi yere yığıyor, kendiliğimden uyanana dek uyuyordum. Aynı şekilde, ne kadardır yolda olduğumun, yada günlerden ne olduğunun da takibini kaçırdım. Sadece aklımdaki hedef için, -artık o tutkudan yoksun olarak, sadece bir an önce bitirmek ve kurtulmak için- gece gündüz yol alıyordum; bir gece uyuyup iki buçuk gün yol alıyor, sonra gündüz vakti uyuyup bir gece yol alıyor, sonra düzensizce yine uyuyor ve yine yol alıyordum. Bir noktada, delirip delirmediğimi merak etmeye başladım; çünkü artık, tüm değerlerden teker teker sıyrılıyordum. Yolculuğa başlar başlamaz yanımdaki yiyecekler tükenmişti; artık etraftan topladığım bitki ve meyvalar ile kendimi doyuruyordum, ve kimi noktalarda bunlara da zor rastlandığından, az yemeye başlamıştım. İlk başta sadece açlığımı umursamamaya başlamıştım, fakat sonra acıkıp acıkmadığımı da kestirememeye başladım. Artık o da benim için bir anlam ifade etmemeye başlamıştı. Yiyecek bulduğum zaman, alıp yiyordum, fakat en son ne zaman yediğim, aç olup olmadığım yada bu sefer ne yiyecek olduğum konusunda hiç kafa yormuyordum. Uykulu uykusuz, aç tok, amaçsızca yolculuk ederken gerçekten delirip delirmediğimin bir önemi kalmadı. Tutku duymadığım ve aslında ulaşmakta zorunlu olmadığım bir hedef için, amaçsızca yaşayan biri gibi yolculuk ediyordum. Belli bir süre sonunda, benim için önem taşıyan hiçbir şeyin kalmadığını fark ettim; Ghoelien’e geri dönmek bile zor ve gereksiz bir uğraş olarak geliyordu. Benim için, var olmak yada olmamak o anda hiçbir fark yaratmıyordu. Neden var olduğumu, beni neyin yarattığını, ne kadar daha var olmaya devam edeceğimi sorgulamaya başladım.
Ve bir gün, öğlen saatlerinde uyandığımda, yanı başımda bir maymun oturduğunu gördüm. Geri çekilmek, yada kendimi savunmak için bile tembel hissetiğim için, öylece oturmaya ve maymunu izlemeye başladım. Maymun da beni izliyordu ki konuşmaya başladı: “Merhaba Ralph” Maymunun konuşması mı daha imkansızdı, yoksa adımı bilmesi mi karar veremedim. Ama o anda, biraz olsun, o eski tedbirli yapımın geri geldiğini ve olasılıklar hesaplamaya başladığını hissettim. Tedirgin bir şekilde karşılık verdim: “Merhaba. Sen kimsin? Ve nasıl konuşuyorsun?” Maymun gülümsemeye benzer bir mimik yaptı ve cevapladı “Benim adım Micos. Gördüğün üzre konuşabiliyorum ve senin yolculuğun hakkında endişe ediyorum.” Maymunun yolculuğumu da biliyor olması beni iyice telaşlandırdı. “Ne?” diye karşılık verdim. “Sana ne benim yolculuğumdan!” Maymun, saldırgan cevabım karşısında alınmadı ve sakin bir edayla cevapladı: “Senin yolculuğuna devam etmeni istiyoruz Ralph. Senin bir amacın var, hatırladın mı? Cevabını bulman gereken bir soru....” O ana dek dile getirmediğim, fakat bütün bunların sebebi olan soruyu içimde bulmakta zorlanmadım: “Kara Şafak nedir?” Maymun onaylarcasına, yavaşça başını salladı. “Şimdi rahatla ve kendini hazırla, kudret ve inanç seninle olsun...” O sırada, tüm bedenim sanki tekrar oluşturuluyormuş gibi hissetmeye başladım. Sanki bu yolculuk boyunca kaybettiğim, beni ben yapan ne kadar küçük parçacık varsa hepsi tekrar bedenime dönüyormuş gibi hissettim. Gözlerimde inanılmaz bir uyku ihtiyacı hissettim, tekrar yolculuktaki gibi o düzensizliğe dönmek istemediğimden dolayı bir an uyku ile savaşmaya çalıştım. Fakat uyku güçlü geldi ve beni iyileştirici bir iksir gibi bedenen ve ruhen sarıp sarmaladı...
*** Tekrar uyandığımda, hala maymunla konuştuğum yerdeydim. Bedenim ve zihnim, olabilecek en dinç haldeydi. Eski tutkum geri gelmişti; Ghoelien’e dönmek istiyordum. Fakat önce yolumu yürümem gerektiğini biliyordum ve başladığım yolculuğu noktalamayı, amacıma ulaşmayı Daresa’ya kavuşmaktan daha fazla istiyordum. Ayağa kalktım ve üzerimi silktim, sürekli yerde yatmaktan son derece kirli olan cüppemin, artık temiz olduğunu fark ettim. Sırt çantam yanımda değildi, zaten ona ihtiyaç duymuyordum. Yuitz’den miras kalan, simsiyah renkli, başı ve ucunda beyaz şeritlerle adeta bir dengeyi sembolize eden asam yanımdaydı ve tek ihtiyacım olan da oydu. Önüme baktığımda dağın eteklerinin hemen önümde yükselmeye başladığını görebiliyordum. Hatırlamaya çalıştığımda, en son bu yöne baktığımda hala daha orman gördüğümü hatırlıyordum; anlaşılan, bir ilüzyon görmeye başlamıştım, ve bu da düzensizliğimden kaynaklanıyor olmalıydı. Yolu yürümeye başladım ve kısa süre içinde, içimdeki heyecan ve kudreti koşarak ifade etmeye başladım. Önümde uzanan, tepeye kadar yolda ilerledim de ilerledim. Ve her adımımda, bu yolun bir yerlerden tanıdık geldiğini kendime söylüyordum, etrafımdaki ağaçlar ve yürümekte olduğum patika sanki daha önce oralardan geçmişim gibi geliyordu. Zamanla yolum dikleşmeye başladı, koşma tempom düştü ve ciğerlerim yorulmaya başladı. Yine de, koşmaya devam ettim ve bir an dahi durmadım. Sanki beni kovalayan o eski hatıralardan kaçıyormuşum gibi koşuyordum. Onlara bir daha bulaşmak istemiyordum. Hedefimi biliyordum ve bu uğurda elimden gelenin en iyisini veriyordum. Geri dönüp bakmak dahi bir zayıflık, bir acizlik gibi geliyordu. Hayır, dönüp geri bakmıyordum, bakmayacaktım; benim hedefim önümde, ilerideydi. Koştum da koştum, kısa süre içinde epey yol kat ettim, fakat ileri baktıkça daha önümde hala daha epey yol olduğunu görebiliyordum. Belli bir süre sonunda, artık daha fazla koşamayacağımı fark ettim ve yürümeye başladım. Yol daha da dikleşince artık asamın yardımına muhtaç kaldığımı fark ettim. Artık bedenim yorulmaya başlamıştı ve dinlenmek istiyordu. Yine de,
dinlenmenin beni durduracağını biliyordum. Bu zayıflığı göstermenin herşeyi bitireceğini, hedefime ulaşmaktan alıkoyacağını biliyordum ve bu uğurda amansızca yol almaya devam ettim. Yol daha da dikleşince artık asamla destek alamayacağımı fark ediyorum. Asamı sırtıma, cüppenin kayışlarının arasına, tıpkı savaşıların kılıçlarını yada oklarını astırları gibi bağladım ve yoluma devam ettim. Artık yol dikleştiği için azıcık uzanarak yolun ilerisine dokunabiliyordum. İyice dikleşince artık, yola değmek için uzanmama gerek kalmadı ve ellerimle kendime destek olmaya, yorgun bedenimi ileriye çekmeye başladım. Kaslarım felaket bir acıyla yanmaya başladı. Hem kollarım hem bacaklarım sızlıyor, sanki kopacaklarmış gibi yanıyorlardı. Bu acıya rağmen, bedenimin tüm itirazlarına rağmen kendimi çekmeye, yoluma devam etmeye devam ediyorum. Bedenim ve zihnim büyük bir çelişki yaşıyor ve duraksamanın aksine, kendimi daha da hızlandırıyorum. Yukarı baktıkça zirveye çok az kaldığını görebiliyorum ve ulaşmak için beni hiçbir şeyin durduramayacağını haykırıyorum kendi kendime. Son birkaç metre kalıyor ve inanılmaz, tarifi olmayan bir acıyla birlikte, sarp kayaların arasından zirve olarak adlandırılacak yegane noktaya ulaşıyorum. Orada ne bulacağımı bilmiyorum fakat her ise, beni bulacağından inancımı kesmiyorum. Ve o noktada, o anda herşey tekrar değerini yitiriyor. Fakat öyle ki, neden bu yolu tırmanırken, bir şekilde hatırladığımı fark ediyorum, Mikaél’in kolunda ve Yuitz’in kolunda gördüğüm kızıl çiziklere anlam verebiliyorum, Léon’un neden beni Ghoelien’e yönlendirdiğini, ve tıpkı Yuitz gibi, nereye gittiğini biliyorum. Orada, tüm yolculuğumun sonuç noktası olan o zirvede Kara Şafak’ı görüyorum. Ve birini görüyörüm, Şafak yükselirken önünde durmuş, bir başka zirvenin üzerinde, geriye doğru bakıyor. Bir anda, Şafak’ın gölgesi ile karanlık içinde kalan yüzü aydınlanıyor ve kendi yüzüme baktığımın farkına varıyorum. Aslında onun üzerinde bulunduğu zirvenin, tırmandığım zirve ile aynı olduğunu fark ediyorum. Kendime, kendi gözlerimle, bir başkası gibi bakabiliyorum. Kendimi, Kara Şafak beni, tüm bedenimi ve her anlamda tüm benliğimi sarmalarken izleyebiliyor ve edebi bir yolculuğa çıkışımı görebiliyorum.
Yaşama elvada demek anlamsız geliyor, oraya dönüp bakmak bile istemiyorum, Kara Şafak ısısı ve endamıyla büyülüyor ve beni kendi içine çekiyor. Nereye yol aldığımı bilmiyorum, tam olarak neden olduğunu bilmiyorum, yada Kara Şafak önümde yükselirken ve benliğim içinde bulunduğum evreni ve “doğru” ve “gerçek” kabul edilen düzlemleri terk ederken neler olacağını bilemiyorum. Kendimi bile tanımlayamadığım ve anlam veremediğim o noktada, dünya ve diğer insanlar hakkında bir fikir sunamıyorum. Artık düşünmek anlamsız ve gereksiz gözüküyor; tanımlayamadığım bir şekilde, teker teker aklımdaki her bir sorunun cevaplandığını, ve bunun sadece bir an içinde gerçekleşerek beni huzura taşıdığını hissedebiliyorum. Kendiliğimden ve ait olduklarımdan arınarak, bunların önem taşımadığı bir başka boyuta geçtiğimi hissedebiliyorum. Kendimi tekrar Daresa’nın yanında, yada Yuitz ile birlikte, yada doğup büyüdüğüm, ve ben bu noktaya varana dek herşeye bir başlangıç oluşturmuş olan kasabada hissedebiliyorum. Tıpkı doğduğum an gibi, bu anı da tanımlayamıyor ve biçimlendiremiyorum. Kendimi, beni ben yapan her hücrede, aklımda kalan her hatırada, hissettiğim her duyguda, bulunduğum her noktada hissedebiliyorum. Ve dünyaya gözlerimi kaparken, her yolculuğun kendi içinde son bulduğunu söyleyebiliyorum... ###